İslami Telegram Kanalları 

 

Merhaba arkadaşlar size arapça sarf nahiv üzerine yayın yapan telegram kanalını tanıtacağım. Bu kanal Klasik medreselerde okutulan Sarf, Nahv başta olmak üzere dersleri konularına göre detaylı bir şekilde sesli, görsel dökümanlarla  ele almaktadır. Gerek video gerekse görsel derslerle verilen bilgiyi daha kalıcı hale getirmektedir. Kanala aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

Klasik Medrese Derslerine ait bilgilerin paylaşıldığı Telegram Kanalı

www.telegram.me/medresedersleri

///////////////////////////////////////////

Kur’ân’ı Haşyetle Okuyan Hafızların Tilavetlerinin paylaşıldığı Telegram Kanalı

www.telegram.me/TilavetulKuran

////////////////////////////////////////

Pratik/Modern arapça paylaşımı yapan Telegram Kanalı

www.telegram.me/pratikarapca

Tags: dini telegram kanalları, dini telegram Kanalı, islami telegram kanalları, islami telegram Kanalı, tavsiye Telegram kanalları, telegram Kanalı, Arapça telegram Kanalı, Arapça türkç telegram Kanalı, türkçe telegram kanalları, pratik arapça telegram kanalı, pratik, modern,

imamsafi

Kategoriler:Genel

Mev’ûd ve Mübeşşer Yâsin Sûresi’nin Tefsîri Semendel Yayınlarından Çıktı!

08 Mayıs 2016 Yorum bırakın

Hasret ve merakla beklenen Yâsîn Sûresi’nin Tefsîri-1, Semendel Yayınları arasında yer aldı. Kapağında “Haşr-i cismânî hakikatini isbât ve izah eden Yâsîn Sûresi’nin mev‘ûd, mübeşşer, i‘câzî ve bürhânî bir tefsîridir” ibaresi bulunan eser, yirmi beş nükteden meydana geliyor. Molla Muhammed el-Kersî tarafından te’lif edilen eserde, Yâsîn Sûresi’nin 83 âyet-i kerîmesi tefsîr ediliyor.

Bedîuzzamân Said Nursî hazretlerinin, hayatta iken “Yirmi Beşinci Mektûb” nâmıyla ileride te’lif edileceğini müjdelediği eser, toplam üç cilt halinde istifadeye sunulacak. Henüz ilk cildi yayınlanan kitabın takdim yazısında şu hatırlatma yer alıyor:

“Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri,  ‘Yirmi Beşinci Mektûb’ hakkında; ‘Sûre-i Yâsîn’in yirmi beş âyetine dâir ‘Yirmi Beş Nükte’ olmak üzere rahmet-i İlâhiyyeden istenilmiş; fakat daha zamânı gelmediğinden yazılmamıştır’ buyurmak súretiyle bu eserin, ileride te’lîf edileceğini tebşîr buyurmuştur. Böyle bir tebşîre bizleri lâyık gören yüce Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar olsun.”

Tevhîde dayalı olarak haşr-i cismânî hakikatini temel alan kitapta, tarih boyunca Müslümanların itikadlarına tesir eden bâtıl inançlar, tamamen çürütülüyor. Âhirzaman fitnesinin en büyük tahribatından birisi olan haşre inançsızlık, Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatını telif sebepleri arasında yer almaktaydı.

Kitap sipârişi için  www.semendel.com adresini ziyâret ediniz

Kategoriler:Genel

İnsanlık Sana muhtaç ey Nebî!

“O’na iman eden, Onu destekleyen, Ona yardım eden ve Onunla indirilmiş olan Nûr’a uyan kimseler, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (A’râf sûresi, 7/157)

İnsanlık Sana muhtaç,
Emrin başımızda taç,
Namazın oldu mi’râc,
Adın (S.A.V) dertlere ilaç…

Ey doğuşu özlenen ve ilk insandan beri yolu gözlenen Nebî !
Ey şefkat ve merhamet ufkuna erişilmez muhteşem zirve !
Ey Hira’dan ufkumuza doğan İlâhî Rahmet !
Ey Cenâb-ı Hakk’ın Nur’u, âlemlerin gururu ve sürûru !

Günahkâr, âsî, yolunu kaybetmiş insanlığa yeniden senin rehberliğinde ve önderliğinde zulmetten Nur’a çıkışın, Kur’ânca, Sünnetçe bakışın yolunu gösteriver de; daralan gönüller rahatlasın, tıkanan işler çözülsün, ağlayan yetimler gülsün, mazlumlar sevinsin, günahlar silinsin, helal gıdalar yenilsin, tembeller silkinsin, gaflet perdesi delinsin, kötüler ve kötülükler çekilsin, arza adalet insin, feryatlar dinsin, gönüller incinmesin, zalimler sevinmesin, haksızlar gülmesin, insanlık yeniden dirilsin, hak-hukuk bilinsin, Sünnetin hâkim olsun, gönüllere nur, ruhlara sevinç dolsun!…

Seni gönderen Zât-ı Zülcelâl’in ve Senin hakemliğinde tağûtî düzenler ve sistemler yerine Semâvî mesajlar çınlasın kulaklarda ve yerleşsin kalplerde…
Yerleşsin ki; akan kanlar, işlenen günahlar, kirlenen yer ve gök temizlensin O rahmet esintileriyle…
Kavgalar barışa, şerler hayra, karanlıklar nura dönüşsün.
Hanelerdeki keşmekeşlik, huzursuzluk bertaraf olsun, bozulan aile yapısı mutlulukta zirve yapsın, sosyal denge, psikolojik travmalar yerini sulh ve sükûna, barış ve kardeşliğe bıraksın.
Çünkü Sen, tüm dünyanın problemlerini bir kahve içimi süresinde halledebilecek donanımla gönderildin.
İnsanlığa hidayet rehberinle, elindeki eşsiz reçete ile indin cahiliyye çağının ortasına… Medeniyet öğrettin vahşilere, nezaket dersi verdin devrin ve devirlerin cebbarlarına…

Çünkü Senin getirdiğin Nûr ile görmeyenler bile görür, işitmeyen kulaklar işitir, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar istikameti bulur hale geldiler.

Çünkü Sen; en mükemmel üstad, şaşmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber, Kur’ân’ın tercümanı, en mükemmel insan, en mükemmel mürşid, en mükemmel öğretmen, en büyük dellâl, Kâinatın mânevî güneşi, insanlığın şanlı bülbülü, umum cennet ehlinin reisi, insanlığın iftihar vesilesi oldun.

Senin getirdiğin NUR’a gözünü kapayanlar, gündüzleri kendilerine gece yaparlar.
Sana uyanlar, sana uyananlar, gür sadânı duyanlar hep kazandılar. Barışa, özgürlüğe, mutluluğa susayanlar hep seni andılar, güzele, doğruya, huzura, hakka kanatlandılar.
Gözlerini kapayanlar, ebedî kalacaklar sandılar ve aldandılar…

Salât, Selâm; Kâinatın iftihar tablosu, Rahmet Nebîsi, şefkat öncüsü ol Resûle, O’nun kutlu sahâbîlerine ve O’na tâbi olanlara olsun.

İsmail AKSOY
19 Nisan 2011 Salı 06:17

Kategoriler:Genel

Haşir Risâlesi’nin ayrıntılı şerh ve îzâhı yapıldı

26 Nisan 2011 2 yorum


Bedîüzzaman Saîd Nursî hazretlerinin Risâle-i Nur Külliyâtı içinde yer alan “Onuncu Söz, Haşir Risâlesi”, Molla Muhammed Ali Doğan tarafından şerh ve izah edildi.

Külliyâtın “Sözler” isimli eserinde “Onuncu Söz, Haşir Bahsi” başlığı ile takdim edilen risale, Risâle-i Nûr’un bir şaheseri olarak kabul ediliyor. Üstâd Bedîüzzaman Saîd Nursî hazretlerinin te’lif ettiği Haşir Risalesi; ihtiva ettiği tevhid, haşir, nübüvvet ve adalet gibi konular itibariyle, mü’minlerin imanını takviye ve şüphesi olanların şüphelerini izale bakımından eşsiz bir hizmeti ifa ediyor. Tahşiye Yayınları arasında çıkan Onuncu Söz, Haşir Risalesi ve Şerhi’nde, Risâle-i Nur’un başka yerlerindeki izahlar da bir araya getiriliyor ve haşirle ilgili Kur’an ayetlerinden örnekler veriliyor. Allah’a ait esmâ-i hüsnânın bir kısmı ile tevhidin isbatı yapılırken, âhirette yeniden dirilme gerçeğinin bunun üzerine bina edildiğine dikkat çekilen eserde, “imanı za’fa uğramış, teslimiyeti kırılmış olan mü’minlerin, haşr-i cismanî hakkındaki iman ve teslimiyetlerinin takviye edildiği” vurgulanıyor.

Kâinattaki düzen ve tertibin Allah’ın koyduğu tekvînî kanunlarla sağlandığını anlatan şârih Molla Muhammed Ali Doğan, insanların ve cinlerin de Allah tarafından peygamberler ve semavî kitaplarla bildirilen teklîfî kanunlara itaatlerinin istendiğini hatırlatıyor. Kâinatta ve insanda, istikamet ve adaletin, ancak tekvînî ve teklifî kanunlara riayetle sağlanabildiğini ifade eden şârih Doğan, haşir meydanındaki muhasebeye hazırlanabilmek için de burada sağlam itikad sahibi olmak, kitap ve sünnete dayalı bir ömür sürmek gerektiğini belirtiyor. Çatalçeşme So. Üretmen Han, No: 27/111, Cağaloğlu-İstanbul adresinde faaliyet gösteren Tahşiye Yayınlarına 0212 519 36 96 numaralı telefondan ulaşmak mümkün. Kitap hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler yayınevinin internetteki http://www.tahsiye.com adresine de müracaat edebiliyorlar.

Kategoriler:Genel

İMAM NEVEVÎ, HAYATI ve ESERLERİ

 A. Doğumu ve Çocukluğu Adı Ebû Zekeriyyâ Yahyâ İbni Şeref İbni Mürî en-Nevevî’dir. 631 yılı Muharrem ayının ortalarında (Ekim 1233) Suriye’nin güneyindeki Havran bölgesinde bulunan Nevâ köyünde doğdu. Köyüne nisbetle en-Nevevî veya en-Nevâvî, o bölgeye nisbetle el-Havrânî, dedelerinden Hizâm’a nisbetle de el-Hizâmî diye anıldı. Kendisinin Nevevî nisbesini kullandığı, yazılarında görülmektedir. Adı Yahyâ olanlar, baba oğul iki peygamberin hâtırasına hürmeten Ebû Zekeriyyâ diye künyelendikleri için, o da geleneğe uyarak, hiç evlenmediği halde, bu künyeyi aldı. İslâm dinine olan hizmetlerine bakarak kendisine, dini ihyâ eden kimse anlamında Muhyiddin lakabı verilmiştir. Övülmekten hoşlanmayan Nevevî, dinin her zaman canlı ve dipdiri olduğunu, kimsenin ihyâsına ihtiyacı bulunmadığını belirterek, kendini tezkiye anlamı taşıdığı için bu lakapla anılmaktan hoşlanmaz, hatta kendisine Muhyiddin diyenlere hakkını helâl etmeyeceğini söylerdi. Babası Şeref İbni Mürî, mütevâzi dükkânında çalışan, çevresinde dürüstlüğü ile tanınan zâhid ve müttaki bir kimseydi. Nevevî on yaşına basınca, babasının dükkânında çalışmaya başladı. Fakat o ticaretle uğraşmayı sevmediği gibi, arkadaşlarıyla oynamayı da arzu etmezdi. Erginlik çağına girerken hıfzettiği Kur’ân-ı Kerîm’i her fırsatta okumaktan büyük haz duyardı. Evliyâullahdan mübarek bir zât diye bilinen, daha sonraları Nevevî’nin mânevî mürşidi olan Yâsîn İbni Yûsuf el-Merâkeşî (veya Zerkeşî) o sıralarda Nevâ’ya geldi. Çocukların birlikte oynayalım diye zorlamasına rağmen onlardan kurtulup Kur’an okumaya çalışan Nevevî’yi pek sevdi. Nevevî’nin Kur’an hocasına giderek, bu çocuğun ileride önemli bir âlim ve büyük bir zâhid olacağını tahmin ettiğini, onunla özel surette meşgul olmasını istedi. Fakat Kur’an muallimi ona “Sen müneccim misin?” diye çıkışarak tavsiyesini dikkate almadı. B. Tahsili. Nevevî babasına yardım ederek ve fırsat buldukça çevresindeki âlimlerden temel İslâmî bilgileri öğrenerek on sekiz yaşına kadar memleketinde kaldı. 649 (1251) yılında babası onu Dımaşk’a getirerek Revâhiyye medresesine yerleştirdi. Medresede talebeye günde sadece bir ekmek veriliyordu. Nevevî bu mütevâzi şartlar altında tanınmış âlimlerden okumaya başladı. Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin (ö. 476/1083) Şâfiî fıkhına dair iki mûteber eserinden (büyük boy 166 sayfa tutan) et-Tenbîh’i dört ayda, el-Mühezzeb’in ibâdât bölümünün dörtte birini de (bu kısım büyük boy 257 sayfa tutmaktadır) o yılın geri kalan sekiz ayı içinde ezberledi. Nevevî, aşağıda anlatılacağı üzere, daha sonraları bu iki eseri şerhetmiştir. İki yıl sonra babasıyla birlikte hacca gitti. Yolda hastalandı ve Mekke’ye varıncaya kadar sıtmadan kıvrandı. Fakat sesini çıkarıp da hâlinden şikâyet etmedi. Medîne-i Münevvere’de bir buçuk ay kalarak oradaki âlimlerin derslerine katıldı. Kendisinde ilme karşı öyle bir iştiyâk vardı ki, bizzat söylediğine göre, iki yıl boyunca yere uzanıp yatmadı. Uykusu gelince kitaplarına yaslanarak biraz uyuklardı. Onun ilme olan düşkünlüğü darb-ı mesel hâline geldi. Hocalarına gidip gelirken bile, okuduklarını tekrar ederdi. Yıllar sonra yazacağı eserlerde belirttiği gibi, ona göre “İlimle uğraşmak, Allah rızâsını kazanmak için tutulan en iyi yol ve en üstün ibadetti. İlim tahsili nâfile oruç, namaz ve zikirden daha faziletliydi.” Hergün on iki hocadan lugat, sarf, nahiv, fıkıh, hadis, kelâm gibi sâhalarda on iki çeşit ders alıyordu. Hadis ilmine dair okuduğu eserler, bu konuda bir fikir verebilir: Kütüb-i Sitte’yi hocalarına bizzat okuduktan başka, Mâlik’in Muvatta’ını, İmâm Şâfiî’nin, Ahmed İbni Hanbel’in, Osman İbni Saîd ed-Dârimî’nin, Ebû Avâne el-İsferâyînî ve Ebû Ya`lâ’nın Müsned’lerini, Dârekutnî ve Beyhakî’nin es-Sünen’lerini, Begavî’nin Şerhu’s-Sünne’si ile Humeydî’nin el-Cem beyne’s-Sahîhayn’ini ve Hatîb el-Bağdâdî’nin el-Câmi` li ahlâkı’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi`ini de okudu. Devamlı çalışması sebebiyle, on yıl gibi bir zamanda parmakla gösterilen bir ilim adamı oldu. 660 yılından itibaren de eser vermeye başladı. Nevevî’nin ilk eserini 655 yılında yazdığı da söylenmektedir. C. Hocaları. “Bir kimsenin hocaları, onun dinde babalarıdır. Allah ile irtibatını sağlayan vâsıtalardır” diyen Nevevî, en çok fıkıh ve hadis sahalarındaki âlimlerden faydalandı. Hadis ilmindeki hocaları, hadisle ilgili önemli bilgileri öğrendiği ve birçok hadis kitabını kendisinden dinlediği Ziyâ İbni Temmâm el-Hanefî, Sahîh-i Müslim’i okuduğu Ebû İshâk İbrâhim İbni Ömer el-Vâsıtî (ö. 662/1263-64), on yıl boyunca daha çok Buhârî ve Müslim hadislerinin şerhi konusunda faydalandığı ve o devirde bir benzerini görmediğini söylediği İbrâhim İbni Îsâ el-Murâdî el-Endelüsî (ö. 668/1269) ve en büyük hocası olduğu söylenen Ebü’l-Ferec Abdurrahman İbni Muhammed İbni Ahmed el-Makdisî (ö. 682/1283) gibi muhaddislerdir. Fıkıh ilmindeki hocaları arasında, kendisinden en çok faydalandığı ve ilk hocam dediği zühd ve takvâ sahibi mükemmel insan İshâk İbni Ahmed el-Mağribî (ö. 650/1252), o devirde Şâfiî fıkhını en iyi bilen Dımaşk müftüsü Ebû Muhammed Abdurrahman İbni Nûh İbni Muhammed el-Makdisî (ö. 654/1256), Şâfiî fıkhının en önde gelen âlimlerinden Ebü’l-Hasan Sellâr İbni Hasan el-İrbîlî (ö. 670/1271-72) ve fıkıh usûlü okuduğu kâdî Ebü’l-Feth Ömer İbni Bündâr et-Tiflîsî (ö. 672/1273-74) gibi fakihler vardır. Nahiv ilmi tahsil ettiği âlimler arasında, nahivcilerin imâmı İbni Mâlik et-Tâî’nin (ö. 672/1274) adı zikredilebilir. D. Talebeleri. Nevevî’ye pek çok âlim talebelik etmiştir. Bunların en meşhuru İbnü’l-Attâr Alâeddin Ebü’l-Hasan Ali İbni İbrâhim ed-Dımaşkî’dir. Bu âlim Nevevî’nin ömrünün son altı yılında ondan hiç ayrılmadığı, devamlı hizmetinde bulunduğu için kendisine “Muhtasaru’n-Nevevî” lakabı verilmiştir. İbnü’l-Attâr, aşağıda belirtileceği üzere, Nevevî’nin hayatını kaleme almış ve yazdığı tercüme-i hâli hocasına kontrol ve tashih ettirmiştir. Hadis usûlüne dair Garâmî sahîh adlı manzûmenin müellifi İbni Ferah el-İşbîlî (ö. 699/1300); el-Menhelü’r-revî adlı usûl-i hadis kitabının müellifi, Mısır ve Şam kadısı Bedreddin İbni Cemâ`a (ö. 733/1333), Şâfiî âlimlerinden kâdî Ziyâüddin Ali İbni Selîm el-Ezrü`î (ö. 731/1330-31), Tehzîbü’l-Kemâl müellifi Yûsuf İbni Abdurrahman el-Mizzî (ö. 742/1341), kâdılkudât Şemseddin İbnü’n-Nakîb Muhammed İbni İbrâhim (ö. 745/1345) ve muhaddis târihçi İbni Kesîr’in babası Ebû Hafs Ömer İbni Kesîr gibi önemli şahsiyetler ona talebelik etmiştir. Bunlardan başka bazı âlimler de Nevevî’den icâzet yoluyla rivayette bulunmuşlardır. E. İlmi. Muhtelif devirlerde hadis ilmini yeniden canlandıran âlimler gelmiştir. Nevevî’nin yaşadığı yüzyılda İbnü’s-Salâh ile Nevevî, bir sonraki asırda Zehebî, müteâkip asırda İbni Hacer el-Askalânî gibi âlimler hadis ilmine büyük hizmet etmişlerdir. Zehebî’nin “hadis âlimlerinin efendisi” diye andığı Nevevî, bir hadis hâfızı, aynı zamanda hadis ilimlerinde tanınmış bir otoriteydi. Sahîh hadisleri olduğu kadar zayıf ve uydurma rivayetleri, râvilerin hâllerini bilirdi. Hadislerde geçen garîb kelimeleri anlamada ve hadislerden fıkhî hüküm elde etmede pek mâhirdi. Şâfiî fıkhında devrinin en büyük âlimi o idi. Bu mezhebin esaslarını, usûl ve fürûunu, bir meseleye dâir sahâbe ve tâbiîn âlimlerinin neler söylediklerini, hangi noktada birleşip hangi noktada birbirinden ayrıldıklarını ezbere bilirdi. Birgün İmâm Gazzâlî’nin el-Vasît’inden yapılan bir nakil hakkında kendisiyle münakaşa ettiler. Halbuki Nevevî münakaşa etmekten hiç hoşlanmadığı gibi, münakaşa edenleri de sevmezdi. Şöyle dedi: “Benimle el-Vasît hakkında münakaşa ediyorlar. Ben o eseri dört yüz defa okudum.” Tahsil için geldiği Dımaşk’ta kendisinden ilk faydalandığı hocası Şam müftüsü Firkâh ile aralarında daha sonraki yıllarda ganimetlerin taksimi konusunda görüş ayrılığı çıktı. Hocalarına aşırı derecede saygı duymakla beraber, onların Şâfiî mezhebine veya sünnetin açık hükmüne aykırı görüşleri karşısında hiç mütevâzi davranmayan Nevevî, devrin şartlarını dikkate alarak fetvâ veren hocasını tasvip etmedi; bu sebeple araları açıldı. Mezhepte imâmı olan eş-Şâfi`î’nin “Helâl ve haram bilgisinden sonra en değerli ilim tıb ilmidir” demesi sebebiyle olmalı ki, öğrencilik yıllarında bir ara tıp tahsil etmek istedi. Bu sebeple İbni Sînâ’nın el-Kânûn adlı eserini satın aldı. Fakat o günden itibaren pek bunalıp sıkılmaya başladı. Sonunda bu hâlin kendisine tıpla uğraşmaktan geldiğini anlayarak el-Kânûn’u sattı ve odasında tıpla ilgili ne varsa elinden çıkarmak suretiyle rahatladı. Nevevî muhtelif medreselerde hocalık yaptı. 665 (1267) yılında Ebû Şâme el-Makdisî’nin vefatıyla boşalan Suriye’nin en tanınmış öğretim müessesesi olan Eşrefiyye Dârülhadisi şeyhliğine getirildi. Vefâtına kadar on bir sene müddetle bu görevi devam ettirdi. F. Görünüşü ve Yaşayışı. Nevevî orta boylu, kara yağız bir kimseydi. Bir kaç teli ağarmış sık ve siyah sakalı heybetli görünüşüne ayrı bir ağırlık verirdi. Ciddi yüzünde tebessüm az görülürdü. Kılığı kıyafeti devrinin âlimlerinin özel giyim kuşamına hiç benzemezdi. Sırtındaki kaba dokunmuş pamuk elbise ve başındaki küçük sarığıyla onu gören, Dımaşk’ı gezmeye gelmiş Nevâlı bir köylü zannederdi. Ömrünü ilme nikâhlayan Nevevî hiç evlenmedi. Belki evliliğin kendisini meşgul edeceği, belki de kendisine muhtelif sorumluluklar yükleyeceği kanaatıyla evlenmeyi hiç düşünmedi. Âhirete duyduğu özlem sebebiyle dünya zevklerine, yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya, kısaca söylemek gerekirse rahat yaşamaya değer vermezdi. Günde bir defa geceleyin, sadece bir çeşit yemek yerdi. Sofrasında iki çeşit yiyecek nâdiren bulunurdu. Eti, köyüne gideceği zamanlar yerdi. Sadece seher vakti su içerdi. Karla soğutulmuş suyu içmez; rutubeti uyku getirir diye salatalık bile yemezdi. Kebap ve tatlıya zâlimlerin yiyeceği diye iltifat etmezdi. Talebeliğinden itibaren kazandığı az uyuma alışkanlığını, fânî ömrü, yeterince değerlendirebilmek için hayatı boyunca uyguladı. Onun hayatını yazanların hemen hepsinin belirttiğine göre, Dımaşk’ta yetişen meyvaları yemezdi. Bunun sebebini soran talebesi İbnü’l-Attâr’a, Dımaşk’ta pek çok vakıf arazi bulunduğunu, bunların titizlikle idare edilmediğini, ortaklığın meşrû bir şekilde yapılmadığını, dolayısıyla bu meyvalara haram karıştığını söyledi. Babasının getirdiği yiyeceklerle geçimini sağlar, sadece onun getirdiği incirleri yerdi. Bütün bu hâller onun iradesinin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. En büyük ibadetin samimi bir niyetle helâl ve haramları öğrenmek olduğunu söyleyen Nevevî, hayatı boyunca kimseden bir kuruş almadı. Görev yaptığı medreselerden kendisine verilen aylıkla kitap alır, sonra da bunları o medreseye vakfederdi. Eşrefiyye dârülhadisinden hiç maaş almadı. Onun bu hâli, hak mefhumuna ne büyük önem verdiğini göstermektedir. Nevevî’yi yakından tanıyan bazı âlimler onun bir sahâbî gibi, bazıları ise bir tâbiî gibi yaşadığını söylemişlerdir. İlimle bu kadar çok meşgul olmasına rağmen ibadete, Kur’an okumaya ve Allah Teâlâ’yı zikretmeye geniş zaman ayırırdı. Bir gece sabaha doğru Dımaşk Câmii’nde bir direğe yönelmiş karanlıkta namaz kılıyordu. Allah Teâlâ’nın, zâlimler ile onların arkadaşı olan günahkârları cehenneme götürmeleri için meleklere verdiği “Onları tutuklayın; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir” [Sâffât sûresi (37), 24] emrini, hesâba çekilen kendisiymiş gibi derin bir hüzün ve huşû içinde dakikalarca tekrarlayıp durmuştu. Nevevî’yi yakından tanıyan bazı âlimler onun kerâmetlerinden sözederler. G. Yöneticileri Uyarması Nevevî, emir bi’l-ma`rûf nehiy ani’l-münker görevini yerine getirme konusunda benzeri pek az bulunan bir insandı. Haksızlığa boyun eğmez, doğru bildiğini söylemekten, yöneticileri sözlü veya yazılı olarak uyarmaktan çekinmezdi. I. Baybars diye bilinen, Mısır ve Suriye’de Memlûk Devleti’ni kurarak on yedi yıl saltanat süren el-Melikü’z-Zâhir Rüknüddin el-Bundukdârî’ye Nevevî’nin muhtelif mektuplar yazdığı, hatta bu mektupların bir kısmını ileri gelen âlimlere de imzalatarak müşterek bir dilekçe halinde sunduğu ve kıtlık sebebiyle maddî sıkıntı içinde bulunan Dımaşk halkına kolaylık göstermesini, ağır vergilerle onları zor durumda bırakmamasını istediği bilinmektedir. Dileği yerine getirilmediği veya isteklerinin aksi yapıldığı zaman bu mektupların sertlik dozunun daha da arttığı, hiçbir tehdidin ve hatta ölümün kendisini yıldırmayacağını sultana hatırlattığı görülmektedir. Fakat bu mektuplarında sultana karşı hiçbir zaman saygısızlık göstermemiştir. Onun dindar bir kimse olduğunu bildiği için, âyet ve hadislerden pek çok örnekler vererek kendisini iknâ etmeye çalışmıştır. Nevevî’nin asıl hedefi sultanın halka iyi davranmasını temin etmek olduğu için yumuşak ve yapıcı bir üslûp kullanmayı tercih etti. Bu mektuplarında Allah Teâlâ’nın sultana kısa zamanda büyük zaferler, geniş topraklar nasip ettiğini, din düşmanlarını bozguna uğrattığını söyledikten sonra, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini dinine hizmet etmesi, müslümanların haklarını gözetmesi, halka şefkat göstermesi, onların zayıflarına sahip çıkması ve tebaasını her türlü zarardan koruması için bu makama getirdiğini, bunları yapmayıp halkın hakkını çiğnediği takdirde Allah’ın huzurunda zor durumda kalacağını hatırlattı. Halkın toprağını elinden almanın dinen câiz olmadığını, bu uygulamayla yetim, dul, yoksul bir çok zavallıya büyük zararlar vereceğini, o güne kadar dinin emirlerinden ayrılmayan sultanın, kendi halkının malını zorla ellerinden almasının doğru olmayacağını belirtti. Nevevî’nin sultanı bu tarzda uyarması bazı kimseleri telaşa düşürdü. Ona, bu tavrını bırakmadığı takdirde hizmetlerinin engellenebileceğini söylediler. Sultana karşı direnmekten vazgeçmesini istediler. Hiçbir mevkide gözü olmayan Nevevî, bu kimselere de zehir zemberek denen cinsten mektuplar yazarak uyardı, onları dinin buyruklarına uygun yaşamaya dâvet etti. Haçlılara karşı verdiği savaşlarla ünlü melik Baybars, aslında samimi bir müslümandı. Bu Kıpçak asıllı Türk sultanı, Moğolların Suriye’ye saldırdığı sıralarda halkın münbit topraklarını, bahçelerini hazineye katmak istemiş, bunun için de Suriyeli âlimlerin fetvasına başvurmuştu. Bazı âlimler korktukları için, bazıları dünyalık elde etmek için sultanın istediği fetvâyı vermişti. Baybars Nevevî’den de fetva istemiş, fakat bu uygulamanın haksızlık olduğuna inanan Nevevî fetvâ vermeye yanaşmamıştı. Anlatıldığına göre Sultan’ın bu konudaki ısrarları üzerine Nevevî ona şunları söylemişti: — İyi biliyorum ki, sen bir zamanlar Emîr Bunduktâr’ın kölesiydin. Hiçbir şeyin yokken Allah lutfedip seni melik yaptı. Duyduğuma göre sarayında, eğerlerinin kayışları altından mâmul bin kölen, çeşit çeşit zinet eşyalarına sahip iki yüz câriyen varmış. Bütün bunları onlardan alıp savaş hazırlığı için kullandığın hâlde devlet hazinesi yetersiz kalırsa, halkın malına el koyman için o zaman sana fetvâ veririm. Daha sonra Suriye’lilere yüklenen savaş vergilerinin ağırlığından söz ederek bu vergilerin kaldırılmasını, müderrislerin maaşlarının azaltılmamasını istedi. Nevevî’nin bu pervâsız sözlerine ve istediği fetvâyı vermemesine çok kızan melik: — Şehrimden çık git! dedi. Nevevî: — Baş üstüne! diyerek Dımaşk’ı terk etti ve Nevâ’ya gitti. Nevevî huzurundan çıkınca sultan Baybars onun vazifesine son verilmesini ve maaşının kesilmesini emretti. Adamları ona Nevevî’nin bir vazifesi bulunmadığını, dolayısıyla maaş da almadığını, söylediler. Bunun üzerine Baybars: — Öyleyse ne ile geçiniyor? diye sordu. — Babasının gönderdikleriyle, dediler. Söylendiğine göre melike Nevevî’yi niçin öldürtmediğini sorduklarında: — Bunu istemedim değil. Fakat onu öldürtmeyi her arzu ettiğimde, ikimizin arasında ağzını kocaman açmış bir arslan buna engel oldu. Öldürülmesini emretseydim beni parçalayacaktı, dedi. Nevevî ile birkaç defa görüşen el-Melikü’z-zâhir, ondan çekindiğini yakınlarına itiraf etmiştir. Nevevî 665 (1266-67) yılında, 34 yaşında Eşrefiyye dârülhadisi şeyhi olduğuna göre, bu hâdisenin daha önce meydana geldiği anlaşılmaktadır. Nevevî’nin melik Baybars’a karşı gösterdiği bu yiğit tavrından sonra ünü yayıldı. Eserlerine büyük rağbet gösterildi. H. Vefatı. Talebesi İbnü’l-Attâr’ın söylediğine göre, vefatından iki ay kadar önce ziyaretine gelen bir fakir, köylülerden birinin hediye ettiği ibriği Nevevî’ye teslim etti. Hayatı boyunca hiç kimseden bir şey kabul etmeyen Nevevî, ibriğin bir sefer âleti olduğunu söyleyerek aldı. Vefât edeceğini sezmiş olmalı ki, kendisine sefer izni çıktığını söyleyerek hocalarının kabirlerini, şehirdeki tanıdıklarını ziyaret etti ve kitaplarını medreseye vakfetti. Daha sonra Kudüs’e gitti. Ziyâretini tamamlayıp Nevâ’ya döndü. Birkaç gün sonra babasının evinde hastalanarak 676 yılının 24 Receb (22 Aralık 1277) çarşamba günü seher vakti Mevlâ’sına kavuştu. Cenâb-ı Hak şefaatına nâil eylesin. I. Hakkında Söylenenler. Ashâb-ı kirâmı andıran bu örnek şahsiyeti tanıtırken Zehebî, zühd ü takvâ bakımından eşsiz, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma hususunda benzersiz bir kimse dedikten sonra, onun azla yetindiğini, basitçe giyindiğini, yemeye içmeye değer vermediğini, bununla beraber vakur ve heybetli olduğunu, kısaca onun Allah’dan, Allah’ın da ondan memnun kaldığını, bu sebeple kendisini cennetinde ağırlayacağını söylemektedir. Nevevî’nin talebelerinden fakih ve muhaddis İbni Ferah el-İşbîlî (ö. 699/1300), onun üç önemli özelliği bulunduğunu söyledikten sonra, bir kimsede bu özelliklerden sadece biri bulunsa, insanlar ondan faydalanmak üzere, ona dünyanın dört bucağından kalkıp gelirler, diyerek bu üç özelliği şöyle sayar: * İlim ve görev sorumluluğu, * Dünyaya ve dünya menfaatlerine değer vermemek, * İyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak. Tâceddin es-Sübkî’nin naklettiğine göre babası Takiyyüddin es-Sübkî (ö. 756/1355), Nevevî’ye derin hayranlık duyardı. Eşrefiyye dârülhadisine Nevevî’den sonra büyük muhaddis Mizzî (ö. 742/1341), onun vefâtı üzerine de Takiyyüddin es-Sübkî şeyh olmuştu. Fıkıh ve hadis sahalarında değerli eserler vermiş ve Şam kadılığı yapmış olan bu âlim, Nevevî’nin Eşrefiyye dârülhadîsinde ders verdiği yerde geceleri ibadet ederken yanağını yere koyar ve “Nevevî’nin ayak bastığı yere belki yüzüm temas eder” diye duygulanırdı. Yine Tâceddin es-Sübkî’nin anlattığına göre, babası birgün binitiyle giderken yolda halktan câhil, yaşlı bir adama rastladı. Bu ihtiyar, bir zamanlar Nevevî’yi gördüğünü söyleyince, Takiyyüddin es-Sübkî binitinden inerek adamın elini öptü, duasını istedi. Sonra da “Nevevî’yi gören biri benim önümde yürürken ben hayvana binemem” diyerek onu terkisine aldı. Takiyyüddin es-Sübkî, Nevevî’nin evliyâullahdan olduğunu söylerdi. J. Hakkında Yazılan Eserler. 1. Alâeddin İbnü’l-Attâr Ali İbni İbrâhim eş-Şâfi`î (ö. 724/1324), Tuhfetü’t-tâlibîn fî tercemeti şeyhine’l-imâm Muhyiddîn. İbnü’l-Attar yazdığı bu tercüme-i hâli Nevevî’ye sunmuş, Nevevî de okuyarak düzeltmeler yapmış ve bu eser Nevevî’ye dair yazılan biyografilere kaynak olmuştur. 2. Muhammed İbni Muhammed İbni Ahmed en-Nüveyrî (ö. 873/1469), Tuhfetü’t-tâlib ve’l-müntehî fî tercemeti’l-imâm en-Nevâvî. 3. İbni İmâmü’l-Kâmiliyye Muhammed İbni Muhammed İbni Abdurrahman el-Kâhirî (ö.874/1470), Buğyetü’r-râvî fî tercemeti’l-imâm en-Nevâvî. 4. Muhammed İbni Abdurrahman es-Sehâvî (ö. 902/1497), el-Menhelü’l-azbi’r-ravî fî tercemeti kutbi’l-evliyâi’l-kirâm şeyhi meşâyihi’l-İslâm Muhyiddîn İbni Zekeriyyâ en-Nevâvî (nşr. Mahmûd Hasan Rebî`, Kahire 1354/1935). 5. Süyûtî, el-Minhâcü’s-sevî fî tercemeti’l-imâm en-Nevevî (nşr. Ahmed Şefîk Demc, Beyrut 1408/1988). 6. Abdülganî ed-Dakr, el-İmâm en-Nevevî (Dımaşk 1407/1987). 7. Ahmed Abdülaziz Kasım el-Haddâd, el-İmâm en-Nevevî ve eseruhû fi’l-hadîs ve `ulûmihî (Beyrut 1413/1992). K. Eserleri. Nevevî’nin yazdığı kitapları üç grupta toplamak mümkündür. Kitaplarının bir kısmını tamamlamış, bir kısmını tamamlamaya ömrü yetmemiş, söylendiğine göre on bin sayfa (bin kürrâse) kadarını da yazdıktan sonra o devrin usûllerine göre yıkatmış yani sildirmiştir. Aşırı titizliği sebebiyle yeterli bulmayıp imhâ etmek istediği eserleri yakmak yerine yıkatması, kâğıdı tekrar kullanma ihtiyacı sebebiyledir. Birçok kitabının yarım kalması, Nevevî’nin muhtelif çalışmaları aynı zamanda yürüttüğünü göstermektedir. Hacimli kitapların okunma şansının fazla olmadığı düşüncesiyle kısa ve özlü yazmaya çalıştığı eserleri şunlardır: 1. Hadisle İlgili Eserleri a) Riyâzü’s-sâlihîn. Bu çalışmanın konusu olan eser, Nevevî’nin hayatından sonra müstakil olarak tanıtılacaktır. b) el-Minhâc fî şerhi Sahîhi Müslim İbni Haccâc. Sahîh-i Müslim şerhlerinin en önemlilerinden biridir. Her bir hadisi tek tek ele almamış, şerh edilmesini gerekli gördüğü kısımları açıklamıştır. Muhtasar bir şerh olmasına rağmen, hadislerin senedindeki râvileri tanıtmış, metinlerdeki garîb kelimeleri açıklamış, birbirine zıt gibi görünen hadisler hakkında açıklayıcı bilgi vermiş ve mânanın kolayca anlaşılıp hadisten hüküm elde edilmesini sağlamıştır. Mâzerî’nin el-Mu`lim adlı Sahîh-i Müslim şerhi ile onu tamamlamak üzere Kâdî İyâz’ın yazdığı İkmâlü’l-Mu`lim’den çokca faydalandığı anlaşılmaktadır. Mufassal şerhlere fazla rağbet edilmediği için eserini kısa tuttuğunu, şayet öyle olmasaydı, hiçbir tekrara düşmeden ve faydasız söz söylemeden bu kitabı yüz ciltten fazla yazabileceğini belirtmiştir. Nevevî ömrünün son iki senesinde yazdığı bu eserle Sahîh-i Müslim’e büyük hizmet etmiştir. Onun Sahîh-i Müslim’e yaptığı önemli bir hizmet de, bab başlıklarını yazmasıdır. Daha önce eseri şerh eden bazı âlimler kendilerine göre bab başlıkları koymakla beraber, hiç biri bu konuda Nevevî kadar başarılı olmamıştır. Bugün matbû Sahîh-i Müslim’lerdeki bab başlıkları Nevevî’ye aittir. Eser Kahire’de (I-IV, 1271; I-V, 1283), Leknev’de (1285) ve Delhi’de (1304, 1309), dokuz ciltte on sekiz cüz hâlinde Kahire’de (1929-1930) müstakil olarak, İrşâdü’s-sârî’nin kenarında on cilt halinde Bulak’ta (1267, 1275, 1276, 1285, 1288, 1292, 1304-1306) ve yine Kahire’de (1276, 1306, 1307, 1325-1326) yayımlanmıştır. c) el-Ezkâr. Kısaca el-Ezkâr diye tanınan bu eserin tam adı Hilyetü’l-ebrâr ve şi`ârü’l-ahyâr fî telhîsi’d-de`avâti ve’l-ezkâr el-müstehabbeti fi’l-leyli ve’n-nehâr’dır. Nevevî, bir müslümanın hayatında karşılaşabileceği olayları, yapacağı ibadetleri ve davranışları göz önünde bulundurarak bunlarla ilgili dua ve zikirleri bir araya getirmiştir. 667 (1268) yılı başında tamamladığı bu eseri 19 bölüm ve 356 bab hâlinde tasnif etmiştir. Ayrıca eserin sonuna yaygın dualarla ilgili 30 kadar hadis toplamıştır. Riyâzü’s-sâlihîn’de yaptığı gibi, bu eserde de, okuyucuya kolaylık olması için hadisleri senedsiz olarak vermiştir. Nevevî zikir ve dualarla ilgili hadisleri daha çok Buhârî ile Müslim’in Sahîh’leri ile Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî’nin Sünen’lerinden derlemiştir. Topladığı hadislerin çoğunun sahih olduğunu, zayıf hadisleri nâdiren aldığını ve o takdirde hadisin za`fını belirttiğini söylemektedir. Nevevî’den önce bu konuda pek çok âlim eser vermiştir. Fakat onların hepsinden muhtevalı olan el-Ezkâr daha çok kabul görmüştür. Âlimlerin “evi sat, Ezkâr’ı al” demeleri eserin ne kadar beğenildiğini göstermektedir. Riyâzü’s-sâlihîn şârihi İbni Allân es-Sıddîkî (ö.1057/1647) el-Ezkâr’ı el-Fütûhâtü’r-rabbâniyye ale’l-Ezkâri’n-Neveviyye adıyla şerhetmiştir (I-VII, Kahire 1348/1929). Şâfiî fakihlerinden Ahmed İbni Hüseyin er-Remlî (ö. 844/1441) ve Bahrak diye tanınan Muhammed İbni Ömer el-Himyerî (ö.930/1524) el-Ezkâr’ı hulâsa etmişlerdir. İbni Hacer el-Askalânî el-Ezkâr’ın hadislerinin üçte ikisini (bâbü’l-isti’zân’a kadar Emâlî diye de anılan Netâicü’l-efkâr fî tahrîci ehâdîsi’l-Ezkâr adlı eserinde tahric etmiş, fakat bu çalışmasını tamamlamaya ömrü yetmemiştir. Üç cilt olan Emâlî’nin birinci cildi Abdülmecid es-Silefî tarafından yayımlanmıştır (Bağdat 1406). İbn Allân’ın el-Fütûhât’ı İbn Hacer’in bu çalışmasını ihtiva etmektedir. Celâleddîn es-Süyûtî’nin eser üzerinde Ezkârü’l-Ezkâr adlı muhtasarı, ayrıca Tuhfetü’l-ebrâr bi nüketi’l-Ezkâr adlı ta’liki (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût, Beyrut 1410/1990) bulunmaktadır. İbni Tolun diye meşhur tarih ve fıkıh âlimi Muhammed İbni Ali ed-Dımaşkî el-Hanefî’nin (ö. 953/1546) eser üzerinde İthâfü’l-ahyâr fî nüketi’l-Ezkâr adlı bir çalışması vardır. Muhammed Ali es-Sâbûnî el-Ezkâr’dan seçmeler yapmış ve eserine el-Münteka’l-muhtâr fî Kitâbi’l-Ezkâr (Kahire 1986) adını vermiştir. el-Ezkâr Kahire’de (1306, 1312, 1323; nşr. Mustafa Hüseyin Ahmed 1356; nşr. Muhammed Enver Baltacî 1406) ve Dımaşk’ta (nşr. Abdülkâdir el-Arnaût 1391/1971; nşr. Ahmed Râtib Hamûş 1404/1983) neşredilmiş, Abdülhâlık Duran tarafından da el-Ezkâr Tercümesi adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir (İstanbul 1973). d) İrşâdü tullâbi’l-hakâik ilâ ma`rifeti süneni hayri’l-halâik sallallahu aleyhi ve sellem. İbnü’s-Salâh’ın (ö. 643/1245), İslâm dünyasında pek az esere nasip olacak şekilde ilgi gören ve üzerinde pek çok çalışma yapılan Mukaddimetü İbni’s-Salâh diye ünlü kitabının muhtasarıdır. İbnü’s-Salâh’ın hadis ilimlerini 65 bölüm hâlinde ele alıp incelediği usûl-i hadîse dair bu çalışmasını, Nevevî, anlaşıldığına göre Eşrefiyye dârülhadisi şeyhi olduktan sonra, kolayca ezberlenmesini sağlamak üzere sade bir ifadeyle özetlemiş, ayrıca esere yer yer ilaveler yapmıştır. İrşâd, Abdülbârî Fethullah es-Selefî tarafından iki cilt hâlinde Medine’de (1408/1987), Nûreddin Itr tarafından da bir cilt hâlinde Dımaşk’ta (1408/1988) yayımlanmıştır. e) et-Takrîb ve’t-teysîr li (fî) ma`rifeti süneni’l beşîri’n-nezîr. Eser bir önceki maddede tanıttığımız İrşâdü tullâbi’l-hakâik’in muhtasarıdır. Zâten bir özetten ibaret olan İrşâd’ı bile okumaya üşenen kimselere kolaylık olmak üzere et-Takrîb’i kaleme almıştır. Usûl-i hadis bilgilerini pek güzel özetlemesi sebebiyle et-Takrîb çok rağbet görmüş, Zeynüddin el-Irâkî (ö. 806/1404), Muhammed İbni Abdurrahman es-Sehâvî (ö. 902/1496) ve Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler tarafından şerhedilmiştir. Süyûtî’nin Tedrîbü’r-râvî fî şerhi Takrîbi’n-Nevevî adlı şerhi pek ünlü olup Kahire’de basılmıştır (1307; nşr. Abdüvehhâb Abdüllatîf, I-II, Kahire 1385/1966). William Marçais et-Takrîb’i fransızcaya tercüme etmiş ve Journal Asiatique’de yayımlamıştır (9. seri, XVI-XVIII, 1900-1901). et-Takrîb, Tedrîbü’r-râvî ile muhtelif defalar basılmakla beraber, Abdullah Ömer el-Bârûdî tarafından yeniden neşredilmiştir (Beyrut 1406/1986). f) el-Erbe`ûne’n-Neveviyye. Kırk hadis diye tanınan bu eser dinin esaslarına dair çoğu Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim’den seçilmiş 42 hadisi ihtiva etmektedir. Nevevî bu çalışmayı, kırk hadis derlemeye teşvik eden zayıf rivayete dayandığı için değil, Resûl-i Ekrem’in, huzurunda bulunanları bulunmayanlara tebliğ etmeye ve hadisleri başkalarına öğretmeye teşvik eden buyruğuna dayanarak yaptığını söylemektedir. 668 yılında tamamladığı bu eserdeki hadislerin kolayca öğrenilmesi için senedlerini zikretmemiştir. Abdullah İbni Mübarek (ö. 181/797) ile başlayıp devam eden kırk hadis çalışmaları içinde Nevevî’nin bu eseri hemen her devirde büyük kabul görmüş, muhtevâsı ezberlenmiş ve başta kendisi olmak üzere 40’dan fazla âlim tarafından şerhedilmiştir. el-Erbe`ûne’n-Neveviyye Bulak’ta (1294), Kahire’de (1278) ve şerhleriyle birlikte daha başka yerlerde pek çok defa basılmış ve Batı dillerine çevrilmiştir. Bunlardan Muhammed Ali Sabri tarafından hazırlanan Arapça- İtalyanca baskısı zikredilebilir (Roma 1982). Eserin Türkçe tercümeleri arasında Babanzâde Ahmed Naim Bey’e ait olanı (İstanbul 1341) anılmaya değer güzelliktedir. g) et-Telhîs şerhu’l-Buhârî. Nevevî Sahîh-i Müslim gibi Sahîh-i Buhârî’yi de şerh etmek istemiş, fakat eserin ikinci kitabı olan Kitâbü’l-Îmân’dan sonrasını yazmaya ömrü yetmemiştir. Bu eserin müellif hattından istinsah edilen 105 varaklık bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Kılıç Ali, nr. 243) bulunmaktadır. Bu yarım kalmış çalışma, Kastallânî’nin İrşâdü’s-sârî ve Sıddîk Hasan Han’ın Avnü’l-bârî adlı Buhârî şerhlerinin bazı bölümleriyle birlikte yayımlanmıştır (Kahire 1347). h) Mâ temessü ileyhi hâcetü’l-kârî li Sahîhi’l-İmâmi’l-Buhârî. Buhârî ile hocaları ve öğrencileri, sahih hadis ve Sahîhayn’in değeri hakkında bilgi verildikten sonra bazı hadis ıstılahlarının tanıtıldığı eser Ali Hasan Ali Abdülhamîd tarafından Beyrut’ta (ts., Dârü’l-kütübi’l-`ilmiyye) neşredilmiştir. ı) el-Hulâsa fî ehâdîsi’l-ahkâm. Eser, Hulâsatü’l-ahkâm fî (min) mühimmâti’s-süneni ve kavâidi’l-İslâm adıyla da anılmaktadır. Nevevî’nin Kitâbü’z-Zekât’a kadar yazabildiği bu eserin müellif nüshasını gördüğünü söyleyen İbni Mülakkın (ö. 804/1401), “Şayet tamamlanabilseydi ahkâm hadisleri konusunda benzersiz bir kitap olurdu” demektedir. Sahih ve hasen hadislerden meydana gelen eserde her konunun sonunda o bahisle ilgili zayıf hadisler toplanmış ve zayıf oldukları özellikle belirtilmiştir. Eserin Haydarâbâd el-Mektebetü’s-Sa`diyye’deki nüshasından alınan fotokopisi, Medine el-Câmiatü’l-İslâmiyye’de (mahtûtât nr. 1096) bulunmaktadır. Muhammed İbni Suûd Üniversitesi’nde bir grup öğrencinin eseri neşre hazırladığı söylenmektedir. j) el-Îcâz fî şerhi Sünen-i Ebî Dâvûd. Tıpkı Sahîh-i Buhârî şerhi gibi yarım kalan bu eser Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Hekimoğlu nr. 200, 139 vr.) bulunmaktadır. Nevevî’nin “inneme’l-a`mâlü bi’n-niyyât” hadisini el-İmlâ adıyla hayatının son günlerinde şerhe başladığı, fakat çalışmasını tamamlayamadığı söylenmektedir. Sehâvî, Nevevî’ye nisbet edilen Kitâbü’l-Emâlî’nin bu çalışma olabileceğini düşünmektedir. Câmi`u’s-sünne adında bir esere daha başlamış, fakat -Sehâvî’nin belirttiğine göre- ancak birkaç yaprak yazabilmiştir. Süyûtî onun Sünen-i Tirmizî’yi de ihtisar ettiğini söylemektedir. 2. Şâfiî Fıkhıyla İlgili Eserleri a) Ravzatü’t-tâlibîn ve `umdetü’l-müttekîn. Bu eser Gazzâlî’nin el-Vecîz adlı fıkıh kitabını şerh etmek üzere Abdülkerîm İbni Muhammed er-Râfi`î’nin (ö. 623/1226) yazdığı eş-Şerhu’l-kebîr diye anılan Fethu’l-`azîz’in muhtasarıdır. Nevevî bu eseri sadece ihtisar etmemiş, aynı zamanda ona iki cilt hacminde ilaveler yapmıştır. İki buçuk yıl süren bu çalışmasını 669 yılında tamamlamıştır. Nevevî’nin el yazısıyla dört cilt tutan bu eser, Şâfiî fıkhını en güzel şekilde derlemesiyle ünlüdür. er-Ravza üzerinde 40 kadar Şâfiî âliminin şerh, hâşiye, muhtasar, ta`lîk ve tashih nevinden çalışması vardır. Ravzatü’t-tâlibîn Delhi’de (1307) ve Beyrut’ta yayımlanmıştır (I-VIII, 1966-1970). Nevevî bu eserdeki isim ve lugatleri açıklamak üzere el-İşârât ilâ mâ vaka`a fi’r-Ravza mine’l-esmâi ve’l-lugât adlı bir eser yazmaya başlamış, Sehâvî’nin pek nefis bulduğu bu eserin Kitâbü’s-Salât’tan sonraki kısmını tamamlamaya ömrü yetmemiştir. b) Minhâcü’t-tâlibîn. Râfi`î’nin el-Muharrer adlı kitabını tamamlayarak tashih ettiği ve kolayca ezberlenebilmesi için yüzde elli nisbetinde özetlediği bu çalışmayı 19 Ramazan 669 tarihinde tamamlamıştır. Şâfiî âlimleriyle talebenin el kitabı mahiyetinde olan ve Elfiyye müellifi İbni Mâlik tarafından “Bugünkü aklım olsaydı, vallahi ezberlerdim” diye medh edilen bu eser üzerine 40’dan fazla şerh yazılmıştır. Eserin ayrıca muhtasarları, bu muhtasarların şerhleri bulunduğu gibi, hadislerini tahric etmek, müşkil görünen i`râbını halletmek ve manzum hâle getirmek maksadıyla da birçok eser kaleme alınmıştır. Minhâcü’t-tâlibîn Kahire’de (1297, 1305, 1308, 1314, 1329) ve Mekke’de (1306) basılmış, ayrıca van den Berg tarafından fransızca tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır (Batavia 1882-1884). Minhâc’ın lafızlarını açıklamak maksadıyla kaleme aldığı Dekâiku’l-Minhâc adlı 33 sayfadan ibaret küçük bir eseri Şerhu Dekâiki’l-Minhâc adıyla yayımlanmıştır (Mekke 1353). c) el-Mecmû` şerhu’l-Mühezzeb. Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin (ö.476/1083), Şâfiî fıkhını delilleriyle birlikte ortaya koyduğu el-Mühezzeb adlı eserini, hadislerini tahkik etmek, her mes’elede diğer mezheplerin görüşlerini delilleriyle birlikte ortaya koymak ve tartışmak suretiyle şerhetmeye başladığı ve ancak Kitâbü’l-Bey`i yazmakta iken vefat etmesi sebebiyle yarım bıraktığı bir eserdir. Âlimlerin son derece mükemmel bulduğu bu büyük eseri Takiyyüddin es-Sübkî tamamlamak istemiş, bugün 20 cilt halinde neşredilen eserin (baskı yeri ve tarihi yok) 10 ve 11. ciltlerine tekabül eden bölümü yazdıktan sonra vefat etmiş, fakat eser diğer Şâfiî âlimlerince ikmâl edilmiştir. d) Tashîhu’t-Tenbîh. Şâfiî fıkhının mûteber beş kitabından ilki kabul edilen Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin et-Tenbîh’i üzerine yazdığı bir çok kitaptan biri olan bu eser ile Nüketü’t-Tenbîh’i Nevevî’nin ilk çalışmaları arasında yer alır. et-Tenbîh `alâ mâ fi’t-Tenbîh ve el-Umde fî tashîhi’t-Tenbîh diye de bilinen birinci eser et-Tenbîh ile birlikte basılmıştır (Kahire 1329). Yine aynı eser üzerindeki Tuhfetü’t-tâlibi’n-nebîh fî şerhi’t-Tenbîh adlı geniş şerhi Kitâbu’s-Salât’a kadar yazabilmiştir (İbni Kâdî Şühbe, II, 157). et-Tenbih’in lugatlerine dair et-Tahrîr adlı önemli çalışması, dille ilgili eserleri kısmında tanıtılacaktır. e) el-Usûl ve’z-zavâbıt. Küçük bir risaleden ibaret bu çalışmada çoğu fıkıhla ilgili bazı meseleler ele alınmıştır. Eser Muhammed Mazhar Bekâ tarafından Mecelletü’l-bahsi’l-`ilmî ve’t-türâsi’l-İslâmî’de (III, 367-381, Mekke 1400) yayımlanmıştır. Muhammed Hasan Heyto da eseri önce Küveyt’teki Mecelletü Ma`hedi’l-mahtûtâti’l-Arabiyye’de neşretmiş (XXVIII, sy.2, s. 425-455), sonra da kitap olarak yayımlamıştır (Beyrut 1407/1986). f) el-Îzâh fi’l-menâsik. Haccın ifâsına dair Nevevî’nin yazdığı altı kitabın en genişidir. Nevevî’nin bu konuda dört veya beş kitap yazdığını, bunlardan birinin el-Îcâz fi’l-menâsik adını taşıdığını söyleyenler de vardır. Eser Nûreddin es-Semhûdî (ö. 911/1505) tarafından şerh edilmiş, İbni Hacer el-Heytemî (ö. 974/1566) tarafından da üzerine bir hâşiye yazılmıştır. el-Îzâh Kahire’de (1282, 1316), Bombay’da (1291), Mekke’de (1316, 1329), Metnü’l-Îzâh fi’l-menâsik adıyla da Beyrut’ta (1406/1985) yayımlanmıştır. Ayrıca İbni Hacer el-Heytemî’nin hâşiyesiyle birlikte yine Kahire’de (1294, 1323, 1329, 1344) basılmıştır. Kadınların haccına dair olan Menâsikü’l-mer’e, Sâlih İbni Abdurrahman el-Atram tarafından “Edvâu’ş-şerî`a” dergisinde yayımlanmıştır (XV, 25-75, Riyad 1404). g) el-Mensûrât ve `uyûnü’l-mesâili’l-mühimmât. Kaynaklarda el-Mesâilü’l-mensûre ve `Uyûnü’l-mesâili’l-mühimme adlarıyla da zikredilen eser, Nevevî’nin verdiği bazı fetvâlar ile ders esnasında açıkladığı fıkıh, tefsir ve hadise dair 362 meselenin talebesi Alâeddin İbnü’l-Attâr (ö. 724/1324) tarafından derlenerek bablara göre tertip edilmesiyle meydana gelmiştir. Meselelerin 310’u fıkha, 6’sı tefsire, 37’si hadise, 3’ü imân’a, 6 tanesi de zühde dairdir. 1352 yılında Kahire’de yayımlanan eser, daha sonra Abdülkâdir Ahmed Atâ tarafından yine Kahire’de (1982), Muhammed Haccâr tarafından da Fetâvâ’l-İmâm en-Nevevî adıyla Medine’de (1405/1985) yayımlanmıştır. h) et-Tahkîk. Nevevî’nin daha çok el-Mecmû` Şerhü’l-Mühezzeb’den faydalanarak “salâtü’l-müsâfir” bahsine kadar yazabildiği bu eser, müteahhirîn âlimlerince onun en güzel fıkıh kitabı kabul edilmektedir. İbnü’l-Mülakkin günümüze geldiği bilinmeyen bu eserin, yukarıda tanıttığımız el-Mecmû`un muhtasarı olduğunu tahmin etmektedir. Ayrıca ele aldığı konular bakımından et-Tahkîk’e çok benzeyen Mühimmâtü’l-ahkâm da yarım kalmış olup beden ve elbise temizliği bahsine kadar yazılabilmiştir. 3. Kur’anla İlgili Eserleri a) et-Tibyân fî âdâbi hameleti’l-Kur’ân. Dımaşk halkının Kur’ân-ı Kerîm okumaya ve okutmaya olan aşırı ilgisi, Nevevî’yi bu konuda onlara yardım etmek üzere bu hacmi küçük fakat faydası büyük eseri kaleme almaya sevketmiştir. On babdan meydana gelen eserde Kur’an okuyup ezberlemenin fazileti, Kur’an ile meşgul olan kimselere değer vermenin önemi, Kur’an öğreten ve öğrenen kimselerin uyması gereken esaslar, İnsanların Kur’an’a karşı görevleri, belli zamanlarda ve durumlarda okunması sevap olan âyet ve sûreler gibi konular işlenmiştir. Sehâvî’nin dediği gibi, et-Tibyân, hem Kur’an okuyanların hem de öğretenlerin mutlaka okuması gereken önemli bir eserdir. Nevevî bir çok kitabında yaptığı gibi, halkın ilgisini artırmak için bu eseri Muhtâru’t-Tibyân adıyla ihtisar etmiş, Ahmed İbni İmâd el-Akfehsî (ö. 808/1405) Tuhfetü’l-ihvân fî nazmi’t-Tibyân fî âdâbi hameleti’l-Kur’ân adıyla manzum hâle getirmiş, Muhammed İbni Muhammed İbni Muhammed İbni Ebû Saîd el-Îcî de Hadîkatü’l-beyân adıyla Farsça’ya tercüme etmiştir. et-Tibyân Kahire’de (1286, 1307, 1353; nşr. Muhammed Haccâr 1985), Dımaşk’ta (1965), Beyrut’ta (nşr. Abdülaziz İzzeddin Seyrevân 1984) ve Küveyt’te (nşr. Mansûr İbni Ya`kûb el-Besâre 1407) basılmıştır. Ahmet İnce tarafından yapılan Türkçe tercümesi Kur’an Ehline Rehber adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1973). et-Tibyân Ahmed İbni Muhammed İbni Abdülkerim el-Üşmûnî’nin (ö. XI/XVII.yy.) Menârü’l-hüdâ fi’l-vakfi ve’l-ibtidâ adlı eseriyle birlikte basıldığı için (Bulak 1286) olmalı ki, Ziriklî Nevevî’nin ilm-i kırâat konusunda Menârü’l-hüdâ adlı matbû bir eseri bulunduğunu ileri sürmüştür. b) Gaysü’n-nef` fi’l-kırââti’s-seb’. Nevevî’nin böyle bir eseri bulunduğunu Bağdatlı İsmâil Paşa söylemektedir (Îzâhu’l-meknûn, II, 152). 4. Dille İlgili Eserleri a) Tehzîbü’l-esmâ ve’l-lugât. Nevevî et-Tahrîr adlı eserini sadece et-Tenbîh’deki lugatleri ve fıkhî terimleri açıklamak maksadıyla yazdığı hâlde, bu eserini et-Tenbîh’de, şerh ettiği el-Mühezzeb’de, ihtisar ettiği Ravdatü’t-tâlibîn’de, Şâfiî fıkhında önemli yeri olan İmâm Şâfiî’nin talebesi Müzenî’nin (ö. 264/878) el-Muhtasar’ı ile Gazzâlî’nin el-Vasît ve el-Vecîz adlı eserlerinde geçen isimleri, lugat, ıstılah ve fıkhî lafızları açıklamak üzere kaleme almıştır. Kitabını daha faydalı hâle getirmek düşüncesiyle bu altı esere bağlı kalmak istemeyen Nevevî, başka eserlerde geçen bazı şahıs, melek ve cin adlarını da kitabına almış, fakat onu temize çekmeye fırsat bulamamıştır. Muhammed adlı şahıslar başta olmak üzere diğer isim ve lugatlerin alfabetik sırayla ele alındığı Tehzîbü’l-esmâ’nın isimlere dair birinci cildi Wüstenfeld tarafından Göttingen’de (1842-1847), lugatlere dair ikinci kısmı da Kahire’de (tarihsiz) neşredilmiştir. b) el-İşârât ilâ beyâni’l-esmâi’l-mübhemât. Hadis ilimlerinin elli dokuzuncusu olarak bilinen “ma`rifetü’l-mübhemât” konusunda Hatîb el-Bağdâdî, müphem isimlerin sahiplerini alfabetik olarak sıralayarak el-Esmâü’l-mübheme fi’l-enbâi’l-muhkeme adlı eserini yazmış, bu eseri ihtisar eden Nevevî eserin tertip tarzını değiştirerek daha kullanışlı olacağı düşüncesiyle rivayetleri sahâbe adlarına göre alfabetik hâle getirmiş ve birçok ismin okunuşunda farklı kanaatini ortaya koymuştur. el-Mübhem `alâ hurûfi’l-mu`cem diye de anılan eser, Lahor’da basılmış (1341), daha sonra Hatîb’in el-Esmâü’l-mübheme’sinin son kısmında (s. 531-622) neşredilmiştir (nşr. İzzeddin Ali es-Seyyid, Kahire 1405/1984). c) Tahrîru elfâzi’t-Tenbîh. et-Tahrîr fî şerhi elfâzı’t-Tenbîh ve Tahrîru’t-Tenbîh adlarıyla da bilinen eseri, Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin, et-Tenbîh’indeki lugatleri ve fıkhî terimleri açıklamak maksadıyla yazmıştır. Bir fıkıh lugati olan eserde, kelimeleri kitapta geçtiği sıraya göre şerh etmiş ve 671 yılı Zilhicce ayında (Haziran 1273) tamamlamıştır. Şâfiî fakihi Hamza İbni Ahmed İbni Ali el-Hüseynî’nin (ö.874/1469) bu eser üzerinde el-Îzâh alâ tahrîri’t-Tenbîh adlı bir çalışması vardır. Abdülganî Dakr eseri tahkik ederek Tahrîru elfâzi’t-Tenbîh ev Lugatü’l-fıkh adıyla yayımlamıştır (Dımaşk 1408/1988). 5. Muhtelif Konulara Dair Eserleri a) Mekâsıdü’l-İmâm en-Nevevî. Mekâsıdu’l-İmâm en-Nevevî fi’t-tevhîd ve’l-ibâdât ve usûli’t-tasavvuf ve Mekâsıdu’n-Neveviyyeti’s-seb`a adlarıyla da anılan eser akâid, ibadet ve tasavvuf ile ilgili küçük bir risâle olup Beyrut’ta (1280, 1324), Bağdat’ta (ts., Mektebetü’l-Müsennâ) ve Dârü’l-îmân’ın yayın komisyonu tarafından bazı not ve açıklamalarla Beyrut-Dımaşk’ta (1406/1985) yayımlanmıştır. b) Büstânü’l-ârifîn. Zühd, ihlâs, dünyanın değersizliği gibi konuları âyet, hadis, İslâm âlimlerinin sözleri, güzel hikâye ve şiirlerle ele alan küçük hacimli bir eserdir (Kahire 1348; nşr. Muhammed Haccâr, Beyrut 1412). c) et-Terhîs fi’l-ikrâmi bi’l-kıyâm li zevi’l-fazli ve’l-meziyyeti min ehli’l-İslâm `alâ ciheti’l-birri ve’t-tevkîr ve’l-ihtirâm lâ `alâ ciheti’r-riyâ ve’l-i`zâm. Riyâkârlık ve değerinden fazla büyütme düşüncesi olmadan sırf hürmet etmek maksadıyla faziletli ve değerli müslümanlar için ayağa kalkılabileceği konusunu işleyen bu eseri Nevevî 666 (1267) yılında tamamlamıştır. Ahmed Râtib Hammûş tarafından Dımaşk’ta (1402/1982), Keylânî Muhammed Halîfe tarafından da Beyrut’ta (1409/1988) yayımlanmıştır. d) Müntehabü (veya muhtasaru) Tabakâti’ş-Şâfi`iyye li’bni’s-Salâh. İbnü’s-Salâh’ın Tabakâtü’ş-Şâfi`iyye’sini, ona bazı şahıslar ilave etmek suretiyle ihtisar ettiği eser 180 kadar âlimin tercüme-i hâlini ihtiva etmektedir. Muhammed ve Ahmed adını taşıyanlar başa alınmış, öteki şahıslar alfabetik olarak sıralanmıştır. Eserin Muhyiddin Necîb tarafından neşre hazırlandığı söylenmektedir (Ayrıca bk. Müneccid, Mu`cemü’l-müerrihîne’d-Dımaşkıyyîn, s. 114). e) Hizb. Hizbü’l-hıfz ve’l-evrâd ve Hizbü’l-İmâmi’n-Nevevî adlarıyla da anılan risale, akşam sabah okunmak üzere Nevevî tarafından tertip edilen bir duadan ibarettir. Bir kısmı hadislerde geçen bu dua talebeleri tarafından kaleme alınmış, âlimlerin büyük ilgi göstermesi sebebiyle geniş muhitlere yayılmış, İstanbul’da (1298, 1302, 1309), Bombay’da (1299) ve Bulak’ta (1303) basılmıştır. Hizb’i şerh eden Faslı muhaddis Ebû Abdullah Muhammed İbni Tayyib eş-Şerakî (ö.1175/1761), giriş mâhiyetinde yazdığı on küçük mukaddimede hizbin vird, devamlı okunan dualar ve zikirler anlamına geldiğini, hizblerin ne zaman başladığını, buna niçin ihtiyaç duyulduğunu, İbni Teymiye’nin hizbe karşı olduğunu, fakat âlimlerin hizb ve evrâd okumayı câiz gördüğünü, hizb ve evrâd okumanın şartlarını, her hizbin ayrı bir özelliği ve tesiri bulunduğunu açıklamış, daha sonra da bu hizbi şerh etmiştir. Eseri Bessâm Abdülvehhâb el-Câbî yayımlamıştır(Beyrut 1408/1988). Hizb’i daha başka âlimler de şerhetmişlerdir. Nevevî bunlardan başka tefsir, hadis, fıkıh, lugat ve Arap diliyle ilgili bazı konuları ele aldığı Tuhfetü tullâbi’l-fezâil, fetvâ usûlüne dair Edebü’l-müftî ve’l-müsteftî, Mesâilü (Muhtasaru) tahmîsi’l-ganâim, Muhtasaru âdâbi’l-istiskâ, Rü’ûsü’l-(rûhu’l-(?) (`uyûnü’l-(?)mesâil, ed-Dekâik, amelü’l-yevm ve’l-leyle, Risâle fî me`âni’l-esmâi’l-hüsnâ, Risâle fî ehâdîsi’l-hayâ adlı eserleri kaleme almış, Gazzâlî’nin el-Vasît adlı eserine iki cilt hacmindeki Nüket `ale’l-Vasît’i yazmış, İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-gâbe’sini, Râfi`î’nin et-Teznîb’ini, Beyhakî’nin Menâkıbü’ş-Şâfi`î’sini ihtisar etmiştir. Kâtip Çelebi onun Mir’âtü’z-zemân fî târîhi’l-a`yân adlı bir çalışması bulunduğunu, eserde dünyanın yaratılışından başlamak üzere önemli olayların muhtasar bir şekilde sıralandığını söylemekte (II, 1648), Selâhaddin Müneccid de bu bilgiyi tekrarlamaktadır (bk. Mu`cemü’l-müerrihîne’d-Dımaşkıyyîn s.114). Eserin günümüze geldiği bilinmediği için, Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin (ö.654/1256) aynı adı taşıyan meşhur eseriyle karıştırılmış olabileceği hatıra gelmektedir. Nevevî’nin tahsil hayatından sonra kitap te’lifinin yanısıra bir taraftan talebe okuttuğu, öte yandan ibadet ve zikirden derin haz duyduğu dikkate alınırsa, 45 yıllık ömrünün 20 (İbni Attâr’a göre 16) yıllık bir diliminde bu kadar eseri vücuda getirmesi, ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutfu ve sevdiği kulunun ömrünü bereketlendirmesiyle açıklanabilir. Nevevî ile iftihar eden ve onun şefaatını uman yakınları birgün kendisine: – Kıyamet günü Arasât meydanında bizi unutma, demişlerdi. Nevevî de: – Şayet o gün ayağım yer tutarsa, bütün tanıdıklarım benden önce girmeden vallâhi cennete girmem, diyerek onların gönlünü almıştı.

Kategoriler:Genel

Tesettür Ayetinin Günümüzdeki Yanlış Anlatımları ve Müslüman Kadınların Buna Aldanmaları

08 Mart 2011 3 yorum

Malum olsun ki;kadınlara çarşafı farz kılan cilbab ayeti nazil olunca,Peygamber Efendimiz(asm)’ın ezvac-ı tahiratı olmak üzere, bütün sahabe-i kiramın hanımları ve onlardan sonra gelenler bin üç yüz elli sene boyunca bilfiil çarşafa bürünmüşlerdir.Ancak,kılık-kıyafet inkılabı ile beraber, Kur’an-ı Azimüşşanın kadınlara farz kıldığı bu tesettür-ü şer’i olan çarşaf kaldırıldı.Onun yerine şer’an zinet sayılan ve üzerleri çarşafla örtünmeleri gereken manto ve başörtüsü ikame edildi.

Bu kıyafet,yani manto ve başörtüsü, 1960 Cemal Gürsel inkılabına kadar devam etti.Daha sonra açık saçıklık yayıldı.Hatta okullarda okutulan ders kitaplarında, Kur’anın farz emri olan çarşafın kadınlar için bir esaret alameti olduğu, onun yerine ikame edilen manto ve başörtüsünün ise güya kadınlar için hürriyet ve serbestiyet alameti ve medeniyet-i sefihenin mehasini olduğu fotoğraflarla gösterilmiş;böylece bin üç yüz elli seneden beri devam edegelen Kur’anın bu hükmüne karşı muaraza edilmiştir.Dolayısı ile; sadece ders kitaplarındaki fotoğraflara bakılsa bile, tesettür-i şer’inin çarşaf olduğu,manto ve başörtüsünün ise onun yerine ikame edildiği bedaheten anlaşılacaktır.

Demek, manto ve başörtüsünü kadının şer’i tesettürü yerinde kabul edip müdafaa eden bir kimse;hem Kur’anın ”cilbab”(çarşaf) emrine karşı muaraza etmiş,hem üç yüz elli bin müfessirin ve fukaha-i İslamın ittifakıyla sabit olan ”Müslüman kadının şer’i tesettürü çarşaftır” hükmünü tekzip etmiş ve bin üç yüz elli senelik Alem-i İslamın uygulamasını reddetmiş demektir.

Hem Ahzab Suresi 59. ayet-i kerimesindeki cilbab ayeti;tesettürün keyfiyetini,manto ve başörtüsünün şer’i tesettür olmadığını gayet açık bir şekilde beyan ettiği halde; bu asırdaki ekser insanlar gaflet,iğfal,gelenek,görenek ve cehalet gibi sebeplerle böyle bedihi bir meselede bile aldanmakta;hatta geniş bir mantonun da tesettür yerine geçebileceğini iddia etmektedirler.Onların temeldeki hataları,ayetin sadece ”setr-i avreti” emrettiğini zannetmeleridir.Halbuki ayet,setr-i avret ile beraber, ”asıl setr-i zineti” emretmektedir.Ayetin manasını anlamak için nazil olduğu zaman fikren gitmek lazımdır.Şöyle ki;

Bu ayet-i kerim Medinede nazil olmuştur.O zaman ki Arap kadınları, setr-i avrete riayet etmekteydiler.Yani,başörtüleri ve elbiseleri vardı.Cilbab ayeti(Ahzab,59) Müslüman kadınların başörtülerini ve elbiselerini örtmeleri için nazil olmuştur.Demek,cilbab ayetinin nüzul sebebi,sadece setr-i avret için değil,belki kadının-yüz dahil-baştan ayağa kadar bütün bedenini ve başörtüsü,elbise ve zinetlerini setretmek içindir.

Böylece cilbab ayeti; Müslüman kadınların giydikleri elbiseler cinsinden olmayan başka bir örtü ile örtünmelerini ve Kur’an nazarında zinet kabul edilen elbiselerini de o örtüyle örtmelerini emretmektedir.Üstteki örtünün alltaki elbise ile aynı cinsten olmasıyla,yani bir elbisenin üstüne bir başka elbise giymekle tesettür emrinin yerine gelmeyeceği açıktır.Eğer Kur’an-ın tesettür emri bu şekilde olsaydı; bu durumda Kur’an-ı Hakim’in bu emri -haşa- abes olurdu.Manto ise;bluz,kazak,ceket ve etek gibi bir elbisedir.Çünkü,”elbise” giyilen ve onunla setr-i avret yapılamayan şeydir.”Örtü” ise; giyilmeyip,başın üstünden sarkıtılarak,bütün beden ve elbiselerin onunla saklandığı şeydir.Bu mevzuun daha iyi anlaşılması için şöyle bir izah getirilebilir.<span>Bir kadın manto giyse,setr-i avret tahakkuk etmiş olur ve onunla namaz kılabilir.Fakat, namahrem erkeklere karşı onunla tesettür etmiş sayılmaz.Ancak,baştan ayağa kadar bütün vücudu örten,şeffaf ve ince olmayan,vücud hatlarını belli etmeyecek derecede geniş olan,zinet özelliği taşımayan,erkeklerin nazar-ı dikkatlerini celbetmeyen ve erkeklerin elbiselerine de benzemeyen bir örtü ile örtünürse tesettür etmiş olur

Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de erkek elbisesi hakkında detaylı açıklama bulunmadığı halde;kadın kıyafeti konusunda teferruatlı emir ve yasaklar vardır.Bunlardan birkaçını şöyle sıralayalım:

1-Kadınlara evlerinde oturmaları ve zinetlerini izhar ederek sokağa çıkmamaları,

2-Zinetlerini ve zinet yerlerini açmamaları,

3-Başörtülerini yakalarını kapatacak biçimde üzerlerine sarkıtmaları,

4-Zinetlerini izhar için ayaklarını yere vurmamalarını,

5-”Cilbab”larını üzerlerine örtmeleri emredilmiştir ki; bütün bunlar kadının tesettürü hususunda Kur’an’ın ne kadar tafsilat verdiğinin açık delilleridir.

Bunlar bir de Rasulullah(a.sm.) Efendimizin açıklamaları eklenirse,kadın kıyafetinin üzerin de ne kadar ehemmiyetle durulduğu akl-ı selim tarafından anlaşılmış olur.

Allah(cc), Nur Suresi 31.ayet-i kerimesinde ”Kadınlar,başörtülerini,yakalarını örtecek biçimde başlarına örtsünler” emrini vermiştir.Bu ayetten sonra gelen Ahzab Suresi 59. ayeti ile de Allah.”Müminlerin kadınlarına da söyle,cilbablarını üzerlerine sarkıtsınlar,yaklaştırsınlar” emrini vermiştir.İşte daha sonra gelen bu ”cilbab” ayeti, önceki ayet ile aynı şeyi anlatmış olamıyacağına göre,birincisinde anlatılan başörtüsüne ilave olarak başka bir örtüyü emrediyor demektir.İşte İslam alimleri, bu ince noktadan ve bu ayetin başta asr-ı saadet olmak üzere;bin dört yüz sene zarfında uygulanma biçimlerinden hareket ederek,”cilbab” hakkında çeşitli izah ve tarifler getirmişlerdir.Yapılan bu izah ve tafsiller pek çoktur.Numune olarak şunlar verilebilir.Şöyle ki:

Ahzab Suresi 59. ayet-i kerimede geçen ”cilbab” nedir?

Tefsirlerde ve Arapça sözcüklere bakıldığında ,”cilbab” için şu değişik tariflerin yapılmış olduğunu görürüz.Milhafe,yani çarşaf,vücudu baştan ayağa kadar örten örtü; mikna’a, yani peçe, başörtüsünün üzerinden örtülen rida;kadının elbisesinin ve başörtüsünün üzerinden büründüğü çarşaf(Bu açıklamalar,”cilbab” kelimesinin pek çok tefsirden çıkarılan tarifinin özetidir.)

Görüleceği gibi bu tariflerden umumiyetle belirlenen ortak özellik, ”cilbab’ın” giyilen den çok bürünülen ve normal elbisenin üzerine örtülen bir örtü olduğudur.

Cilbabın Giyiniş Şekli:

Müfessirler, bize cilbabın nasıl giyildiğini ve uygulama biçimini de anlatırlar.Mesela;

İbnü’l Cevzi, ”Başlarını ve yüzlerini örterler” demiştir.

Ebu Hayyan, ”Ahzab Suresi 59. ayet-i kerimede geçen ”Cilbablarını üzerlerine örtsünler” ifadesi, bütün bedenin örtülmesini anlatır.”Üzerlerine” ifadesiyle de yüzlerini örtmelerini kastetmiştir.

Çünkü, cahiliyye devrinde kadınların açık olan yerleri yüzleri idi” demiştir.

Ebu’s Suud, ”Kadın, cilbabı başına atar ve kenarını da göğsüne sarkıtır.Bu ayet, ‘Kadınlar herhangi bir sebeple dışarı çıkarlarsa, yüzlerini ve bedenlerini örterler’ manasına gelir.” demiştir.

Süddi, ”Bir gözleri hariç,bütün yüzlerini kapatırlar” demiştir.

İbn-i Kuddame, ”Cilbab giyilmeyerek entari üzerinden kuşanılır.” demiştir.

İbn-i Abbas, ”Kadınlar,hür olduklarının bilinmesi için tek gözleri hariç,başlarını ve yüzlerini örterler” demiştir.

İbn-i Şirin der ki;”Ubeyde es Semani’ye cilbabın nasıl örtüldüğünü sordum.Bir çarşaf alıp kuşandı.Başının tamamını kaşlarına kadar örttü.Sol gözünü açık bırakarak yüzünü de örttü.İşte ”cilbab” böyle kuşanılır demiş oldu.”(bk.Zad-ül Mesir, c.5,s.250; Ebu’s Suud,c.6,s.81;İbn-i Kuddame,el Muğni,c.1,s.602;Ebu Hayyan,el-Bahru’l Muhit,c.5,s.250;Sabuni,Ravaiu’l Beyan,c.2,s.283,381)

Elmalılı Hamdi Yazır,Ahzab Suresi 59. ayet-i kerimede geçen ”Cilbablarını sarkıtsınlar,yaklaştırsınlar” ifadesini anlattıktan sonra şunları ekler:

”Bu açıklamada da iki şekil vardır:

”Birisi,kaşlarına kadar başlarını örttükten sonra, büküp yüzünü de örtmek ve sadece tek bir gözünü açık bırakmak.

”İkincisi de, alnın üzerinden sıkıca sardıktan sonra burnun üzerinden dolayıp,gözlerinin ikisi de açık kalsa bile,yüzünün ekserisini ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır.(1310′ da İstanbula geldiğim zaman,İstanbul hanımlarının,bir peçe eklemek ve elde açık bir şemsiye bulundurmak şartıyla tesettür tarzları da bu idi)”(Elmalılı Hmdi Yazır,Hak Dini Kur’an Dili,c.6,s.351)

Cibabda Renk Mühim midir?:

Ümmü Seleme validemiz şöyle demiştir:”Cilbab ayeti nazil olduğu zaman,Ensar kadınları siyah çarşaflara büründüklerinden ötürü,başlarında siyah kargalar varmış gibi çıktılar.(Cessas.Ahkamü’l Kur’an,c.1,s.372;Sabuni,c.2,d.382)

Demek, başta ezvac-ı tahirat be Peygamberimizin kızları olmak üzere sahabe-i kiramın hanımları siyah çarşaf giymişler ve ekseriyetle günümüze kadar ”Siyah çarşaf” şeklinde gelmiştir.Cilbabın asıl vazifesi kadının zinetlerini örtmesi ve dışarıda kadının çekiciliğini azaltmasıdır;bunu ise siyah renk daha iyi temin eder.Müfessir Alusi şöyle der:

”Sonra bilesiniz ki,bana göre günümüzde ileri düzeyde(müreffeh) hayat süren bir çok kadının,evlerinden çıkarken,üst elbise olarak giyecekleri şeyler,cilbab olamayacakları gibi,gösterilmesi yasaklanan zinetler türündendir.Çünkü,bunlar nakışlı,desenli ve göz alıcı giysilerdir.Bana göre erkeklerin,kadınlarına dışarıya bu şekilde çıkma izin vermeleri,bundan hoşlanmaları ve kadınlarının yabancı erkekler arasında bu şekilde dolaşmları gayret azlığındandır.Bu,yaygın bir musibet halini almıştır.Böyle yaygın musibet haline gelen şeylerden biri de,kadınların ,kayınbiraderlerinden sakınmamaları,kocalarının da buna aldırmamaları,hatta çoğu zaman da bunu bizzat kendilerinin emretmeleridir.Bütün bunlar Allah ve Rasulünün müsaade etmediği şeylerdir.La havle ve la kuvvete illa billah.”(Alusi,c.17,s.146)

Cilbabta Aranan Özellikler:

1.”Cilbab” bütün bedeni örten bir örtüdür.Cilbabın farz kılınmasının asıl hikmeti,fitneyi ortadan kaldırmak için yüz ve eller dahil bütün bedeni örtmektir, sadece avret mahallini örtmek değildir.Çünkü,avret mahalli elbise ile örtülmektedir.

2. ”Cilbab” ince ve şeffaf olmamalıdır.Çünkü,tesettürden maksad,bedeni göstermemektir.Halbuki şeffaf bir örtü vücudu gösterir,hatta ba’zan daha cazip hale getirir.Dolayısı ile,bu tür bir örtü ile örtünen bayan,”Zinet yerlerini göstermesinler” emrine uymuş olmaz.Rasulullah(asm) Efendimiz, ince bir örtü ile yanına giren baldızı Esma’dan yüzünü çevirmiştir.(Ebu Davud)Aişe validemiz,ince bir başörtüsü ile gördüğü Abdurrahman Kızı Hafsa’nın başörtüsünü yırtmış ve ona kalın bir başörtü örtmüştür.(İbn-i Sa’d,Tabakat,c.8,s.71-72)

3.Cilbab, dar olup vücut hatlarını belli etmemelidir.Hz. Ömer(ra) halife iken,halka dağıttığı bir çeşit örtünün,vücut hatlarını belli edeceği için kadınlara giydirilmemesini emretmiştir.(Beyhaki,s.234-235;Serahsi,Mebsut,c.10,s.155)

Kadının vücut hatlarını dışarı vuran bir elbiseye bakmak fukaha-i İslamca o uzuvlara bakmak sayılmıştır.

4. Kokusunu yabancılar duymamalıdır.Allah Rasulü(asm) Efendimiz,kokuyu çok övmek ve tavsiye etmekle beraber,başkalarının duyacağı şekilde koku sürünüp dışarı çıkan kadının zina etmiş gibi günah olacağını bildirmiştir.Yani,koku sürünüp camiye giden kadının namazının kabul olmayacağını haber vermiştir.(Ebu Davud,Teraccul 7;Tirmizi,Edeb 35;Nesai,Zinet;Darimi,İsti’zan 1

5.Kadının testtür-i şer’isi erkek elbisesine benzememelidir:Rasulullah(sav) Efendimiz”Erkeğe benzeyen kadına ve kadına benzeyen erkeğe Allah lanet etsin” buyurmuş ve böyle olanları evlerinize sokmayın” diye emir vermiştir(Buhari,Libas 62;Ebu Davut,Edeb 53;Tirmizi,Edeb 34)

6.Kadının şer’i tesettürünün kendisi de süslü olmamalıdır.Çünkü,kadınların yabancılara zinetlerini göstermeleri ayetle yasaklanmıştır.Allah Rasulü(asm) kendisine biat eden kadınlardan,cahiliyye kadınları gibi zinetlerini göstererek çıkmamaları üzere biat almıştır(Taberi,c.1,s.79;Heysemi,Mecmau’ Zevaid,c.6,s.42)Kadının namahremlerr gösteremediği elbisesi ise istediği kadar süslü olabilir.

7.Kadının bürünmekle emrolunduğu şer’i tesettür,gayrı müslimlerin özel elbiselerine benzememelidir.Çünkü,Efendimiz(asm) ”Kim bir kavme benzerse,o da onlardan olur” (Ebu Davud,Libas4;Müsned 50;benzer bir hadis için bk.Tirmiziiİsti’zan 7) buyurmuş ve Müslümanları devamlı, başkalarından ayrı olmaya çağırmıştır.

8.Ayakkabılar, dikkat çekecek derece de ses çıkaran türden olmamalıdır.Allah(cc) bu konuda”Kadınlar,gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar”(Nur.31) buyurmuştur.

İslam dini,sanıldığı gibi kadının süslenmesini ve güzel giyilmesini yasaklamamış,aksine buna izin vermiştir.Hatta,altın ve ipek gibi değerli takı ve kumaşları erkeğe yasaklarken,kadınlara serbest etmiştir.Çünkü,kadınlar tabiaten süslenmeye eğilimlidir.Ancak,kadın,süslü elbiselerini namahrem olmayan yerde,evinde,özellikle kocasının yanında giyecektir.

Bu tarifler muvacehesinde anşıldı ki; ”cilbab” yüz ve eller dahil baştan aşağı bütün vücudu örten ve beden hatlarını belli etmeyen bir örtüdür.

Elhasıl:Tesettür ikidir:

Biri:Avretin tesettürüdür ki;bu,”elbise ve başörtüsü” ile olur.

Diğeri:Fitne ve fesaddan mahfuz kalmak için ‘kadının namahrem erkekler karşı olan tesettürüdür ki; bu da ”ÇARŞAF”tır.

Tesettür-i şer’i olan çarşafın farziyetine ve kadının başörtüsü,elbisesi,yüzü ve eli zinet ve sebeb-i fitne olduğundan onların da örtünmesi gerektiğine dair kitab,sünnet,icma-ı ümmet,(sahabe ve müctehidin-i izamın icmaı) ve kıyas-ı fukahanın tafsilatlı delillei için son asrımızda yaşayan Bediüzzamn Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatından 24.Lema adlı eseri başta olmak üzere; eserinde 350 bin tefsire atfen yazdığını söylediği ”KADININ BİR SİPERİ VE KAL’ASI ÇARŞAFI OLDUĞU!” ifadesi görülecektir.

Ümid odur ki; tatbik edemesekte, itikadımızı düzeltelim.Kusurumuzu itiraf edelim.Aksini iddia edenlere kanıp, dini bozmayalım.

” Tesettür Risalesi ve Şerhi”

Kategoriler:Genel

Arapça metinli yüz hadis-i şerif

04 Mart 2011 8 yorum

أقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فأكْثِرُوا الدُّعَاءَ   -1

“Kul Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duayı çok yapın.” [Müslim,

Salât 215, (482); Ebû Dâvud, Salât 152, (875)

 

مَا منْ دَعْوَةٍ أسْرَعُ إجَابَةً مِنْ دَعْوَةِ غَائِبٍ لِغَائِبٍ  -2

İcâbete mazhar olmada gâib kimsenin gâib kimse hakkında yaptığı duadan daha sür’atli olanı yoktur.” [Tirmizî, Birr 50, (1981), Ebû Dâvud, Salât 364, (1535); Müslim, Zikr 88, (2733)

 

مَنْ لَمْ يَسْألِ اللّه يَغْضِبْ عَلَيْهِ  -3

 “Allah Teâla Hazretleri kendisinden istemeyene gadap eder.” [Tirmizî, Daavât 3, (3370); İbnu Mâce, Dua 1, (3827)

 

أَحَبُّ اسْمَاءِ إلى اللّهِ تعالَى عبدُاللّهِ وعبدُ الرحمنِ   -4

“Allah’ın en ziyade sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman’dır.”[Müslim,Ebu Davud,Tirmizi]

 

رضى الربِّ في رضى الْوَالِدِ، وسخطُ الربِّ في سخطِ الوَالِدِ   -5

“Allah’ın rızası babanın rızasından geçer. Allah’ın memnuniyetsizliği de babanın memnuniyetsizliğinden geçer.”[Tirmizi]

 

كلُّ مَعْرُوفٍ صَدَقَةٌ  -6

“Her bir ma’ruf sadakadır”[Nesei,Tirmizi]

 

لَيْسَ الشَّدِىدُ بِالصُّرْعَةِ، إنَّمَا الشَّدِىدُ الَّذِى يَمْلِكُ نَفْسَهُ عِنْدَ الْغَضَبِ  -7

“Kuvvetli kimse, (güreşte hasmını yenen) pehlivan değildir. Hakiki kuvvetli, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.” [Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107, (2760); Muvatta, Hüsnü’lhalk 12

 

إنَّ الْغَضَبَ مِنَ الشَّيْطَانِ، وَإنَّ الشَّيْطَانَ خُلِقَ مِنَ النَّارِ، وَإنَّمَا تُطْفَأُ النَّارُ بِالْمَاءِ   -8

فَإذَا غَضِبَ أحَدُكُمْ فَلْيَتَوَضَّأ

“Öfke şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söndürülmektedir; öyleyse biriniz öfkelenince hemen kalkıp abdest alsın.” [Ebû Dâvud, Edeb 4, (4784).]

 

إِذَا دَخَلَ رَمَضَانُ فُتِّحَتْ أَبْوَابُ الجَنَّةِ، وَغُلِّقَتْ أَبْوَابُ النَّارِ، وَسُلْسِلَتِ الشَّيَاطِينُ   –9

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”[Ebu Davud]

مَنْ نَسِيَ وَهُوَ صَائِمٌ فَأكَلَ، أَوْ شَرِبَ فَلْيُتِمَّ صَوْمَهُ، فَإِنَّمَا أَطْعَمَهُ اللّهُ وَسَقَاهُ  -10

“Kim oruçlu olduğu halde unutur ve yerse veya içerse orucunu tamamlasın. Çünkü ona Allah yedirip içirmiştir.”[Nesei]

 

مَنْ صَامَ رَمَضَانَ، وَأتْبَعَهُ بِسِتِّ مِنْ شَوَّالٍ كَانَ كَصِيَامِ الدَّهْرِ  -11

“Kim Ramazan orucunu tutar ve ona şevval ayından altı gün ilave ederse, sanki yıl orucu tutmuş olur.”[Tirmizi]

 

صِيَامُ يَومِ عَرَفَةَ إِنِّى أَحْتَسِبُ عَلَى اللّهِ تَعَالَى يُكَفِّرَ السَّنَةَ الَّتِى قَبْلُهُ، الَّتِى بَعْدَهُ  -12

“Arafat günü tutulan orucun, geçen yılın ve gelecek yılın günahlarına kefâret olacağına Allah’ın rahmetinden ümidim var.”[Tirmizi]

 

 

اَلْغَنِيمَةُ الْبَارِدَةُ الصَّوْمُ فِي الشِّتَاءِ  -13

“Zahmetsiz ganimet kışta tutulan oruçtur.”[Tirmizi]

 

َ يَزَالُ النَّاسُ بِخَيْرٍ ماَ عَجَّلُوا الفِطْرَ  -14

“İnsanlar iftarda ta’cile yer verdikleri müddetçe hayır üzere devam ederler.”[Tirmizi]

 

مَنْ لَمْ يَدَعْ قَوْلَ الزُّورِ وَالْعَمَلَ بِهِ، فَلَيْسَ للّهِ تَعَالَى حَاجَةٌ فِي أَنْ يَدَعَ طَعَامَهُ وَشَرَابَهُ   -15

“Kim yalanı ve onunla ameli terketmezse (bilsin ki) onun yiyip içmesini bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.”[Buhari,Ebu Davud,Tirmizi]

 

مَنْ لَعِبَ بِالنَّرْدَشِيرِ فَكَأنَّمَا صَبغَ يَدَهُ في دَمِ خِنْزِيرٍ  -16

“Kim tavla oyunu oynarsa elini domuz kanına bulamış gibi olur.” [Müslim, Şi’r  10, (2260); Ebu Davud, Edeb 64, (4939).]

 

لَيْسَ الْمُؤْمِنُ بِطَعَّانٍ، وََ لَعّانٍ، وََ فَاحِشٍ، وََ بَذِيءٍ  -17

“Mü”min ne ta’n edici, ne lanet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayasızdır.” [Tirmizî, Birr 48, (1978).]

 

َ تسُبُّوا امْوَاتَ فإنَّهُمْ قَدْ أفْضَوْا الى مَا قَدّمُوا  -18

“Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar (sağken hayırdan ve şerden) gönderdiklerine kavuştular.”[Buhari,Ebu Davud,Nesei]

 

اذْكُروُا محَاسِنَ مَوْتَاكُمْ، وَكُفُّوا عَنْ مَسَاوِيهِمْ  -19

“Ölülerinizin iyiliklerini zikredin, kötülüklerini zikretmeyin.” [Ebu Dâvud, Edeb 50, (4900); Tirmizî, Cenâiz 34, (1019).]

 

لَوْ أنّ أهْلَ السّمَاءِِ وَأهْلَ ارْضِ اشْتَرَكُوا في دَمِ مُؤْمِنٍ كَبْهُمُ اللّهُ تَعالى في النَّارِ  -20

“Eğer semâ ve arz ehli bir mü’minin kanına (haksız yere dökmede) iştirak etselerdi, Allah her ikisini birden cehenneme atardı.” [Tirmizî, Diyat 8, (1398).]

 

قَتْلُ الْمُؤْمِنِ أعْظَمُ عِنْدَ اللّهِ مِنْ زَوَالِ الدُّنْيَا  -21

“Mü’minin öldürülmesi, Allah katında dünyanın zevalinden daha büyük (bir hâdise)dir.” [Nesâî, Tahrim 2, (7, 83).]

 

مَنْ تَرَكَ الْحَيّاتِ مَخَافَةَ طَلَبِهِنّ فَلَيْسَ مِنّا. مَا سَالَمْنَاهُنّ مُنْذُ حَارَبْنَاهُنّ  -22

“Kim, yılanı (intikam) arar diye (öldürmez) bırakırsa bizden değildir. Biz onlarla harbettiğimiz günden beri onlarla sulh yapmadık.” [Ebu Davud, Edeb 174, (5250).]

 

أرْبَعٌ مِنْ سُنَنِ الْمُرْسَلِينَ: الْحَيَاءُ، وَالتَّعَطُّرُ، وَالنِّكَاحُ، وَالسِّوَاكُ  -23

“Dört şey vardır, bunlar geçmiş peygamberlerin sünnetlerindendir: Haya, koku sürünme, evlenme, misvak kullanma.” [Tirmizî, Nikah 1, (1080).]

 

مَنْ مَاتَ وَهُوَ بَرِئٌ مِنْ ثَثٍ: الْكِبْرِ، وَالْغُلُولِ، وَالدَّيْنِ دَخَلَ الْجَنَّةَ  -24

“Kim şu üç şeyden berî olarak ölürse cennete girer: *  Kibir, * Gulûl, * Borç  [Tirmizî, Siyer 21]

 

َ يُلْدَغُ الْمُؤْمِنُ مِنْ جُحْرٍ مَرَّتَيْنِ  –25

“Mü’min, bir (yılanın) deliğinden iki defa sokulmaz.” [Buharî, Edeb 83; Müslim, Zühd 63, (2998); Ebu Davud, Edeb 34, (4862).]

 

 

مَنْ َ يَرْحَمِ النَّاسَ َ يَرْحَمُهُ اللّهُ تَعالى  -26

“İnsanlara merhametli olmayana Allah Teala merhamet etmez.” [Tirmizî, Birr 16, (1923).]

 

شَرُّ مَا فِي الرَّجُلِ شُحٌّ هَالِعٌ، وَجُبْنٌ خَالِعٌ  -27

“İnsanda bulunan en  şerli şey aşırı cimrilik ve şiddetli korkudur.” [Ebu Davud, 22, (2511).]

 

مَلْعُونٌ مَنْ ضَارَّ مُؤْمِناً أوْ مَكَرَ بِهِ  -28

“Mü’mine zarar veren veya hile yapan mel’undur.” [Tirmizî, Birr 27, (1942).]

 

مَنْ ضَارَّ مُؤْمِناً ضَارَّ اللّهُ تَعالى بِهِ، وَمَنْ شَاقَّ مُؤْمِناً شَاقَّ اللّهُ تَعالى عَلَيْهِ  -29

“Kim mü’mine zarar verirse Allah da onu zarara uğratır. Kim de mü’mine meşakkat verirse, Allah da ona meşakkat verir.” [Tirmizî, Birr 27, (1941).]

 

إنَّ اللّهَ أوْحَى إليَّ أنْ تَوَاضَعُوا حَتّى َ يَبْغِي أحَدٌ عَلى أحَدٍ وََ يَفْخُرُ أحَدٌ عَلى أحَدٍ  -30

“Allah Teala hazretleri, bana: “Mütevazi olun, öyle ki, kimse kimseye zulmetmesin, kimse kimseye karşı böbürlenmesin” diye vahyetti.” [Ebu Davud, Edeb 48, (4895)

 

كُلُوا وَتَصَدَّقُوا وَالْبَسُوا في غَيْرِ إسْرَافٍ وََ مَخِيلَةٍٍ  -31

“Yiyiniz, tasadduk ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız.” [Nesaî,  Zekat 66]

 

حُبُّكَ الشَّىْءَ يُعْمِي وَيُصِمُّ  -32

“Bir şeye karşı sevgin seni kör ve sağır eder (de onun eksiklerini görmez, kusurlarını işitmez olursun” [Ebu Davud, Edeb 125, (5130).]

 

مَنْ صَمَتَ نَجَا  -33

“Kim susarsa kurtulur”[Tirmizi]

 

تَقُولُوا لِلْمُنَافِقِ سَيِّدٌ فإنَّهُ إنْ يَكُ سَيِّداً فَقَدْ أسْخَطْتُمُ اللّهَ تَعالى  -34

“Münafığa “efendi” demeyin. Zira eğer o, seyyid olursa Allah’ı kızdırırsınız.” [Ebu Davud, Edeb 83, (4977).]

 

كُلُّ كََمِ اِبْنِ آدَمَ عَلَيْهِ َ لَهُ، إَّ أمْرٌ بِمَعْرُوفٍ، أوْ نَهْىٌ عَنْ مُنْكَر، أوْ ذِكْرُ اللّهِ تَعالى  -35

“Ademoğlunun, emr-i bi’lma’ruf veya nehy-i ani’lmünker veya Allah Teala hazretlerine zikir hariç bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.” [Tirmizî,]

 

أملُّوا الخُرُوجَ بَعْدَ هَدْأةِ الرِّجْلِ فإنَّ للّهِ دَوَابَّ يَبُثُّهُنَّ في ارْضِ في تِلْكَ السَّاعَةِ  -36

“Ayaklar çekildikten sonra (evlerden dışarı) çıkmayı azaltın. Çünkü Allah Teala hazretlerinin birkısım hayvanatı vardır, bu saatten sonra (yuvalarından çıkıp) ortalığa yayılırlar.” [Ebu Davud Edeb 115, (5103).]

 

إذَا سَمِعْتُمْ نُبَاحَ الْكَِبِ وَنَهِيقَ الْحَمِيرِ بِاللَّيْلِ فَتَعَوَّذُوا بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ فإنَّهُمْ يَرَوْنَ مَاَ تَرَوْنَ  -37

“Geceleyin köpeklerin havlamasını ve merkeplerin anırmasını işittiğiniz zaman, şeytandan Allah’a sığının. Çünkü onlar, sizlerin görmediklerinizi görürler.”[Tirmizi]

 

تَجِدُونَ النَّاسَ كِابِلٍ مِائَةٍ َ تُوجَدُ فِيهَا رَاحِلَةٌ  -38

“İnsanları, içinde binmeye mahsus tek hayvan olmayan yüz develik bir sürü gibi bulursun.” [Buharî, Rikak, 35; Müslim, Fedailu’s-Sahabe 232, (2547); Tirmizî, Emsal 7, (2876).]

 

 

 

مَا أُعْطِيكُمْ مِنْ شَىْءٍ وََ أمْنَعُكُموهُ، إنْ أنَا إَّ مَأمُورٌ، وفي رواية: أنَا قَاسِمٌ أضَعُ حَيْثُ أُمِرْتُ  -39

“Ben size (kendiliğinden)  ne bir şey veriyor, ne de sizi bir şeyden menediyorum. Ben sadece bir memurum (Allah’ın emrine göre veriyorum).[Buhari]

 

نِعْمَتَانِ مَغْبُونٌ فِيهِمَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ: الصِّحَةُ وَالْفَرَاغُ  -40

“İki (büyük) nimet vardır. İnsanların çoğu onlar hususunda aldanmıştır: * Sıhhat, * Ve boş vakit!” [Buharî, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1, (2305).]

 

يَخْرُجُ مِن النَّارِ مَنْ كَان في قَلْبهِ مِثقالَُ ذَرَّةٍ مِن إيمانٍ  –41

“Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.”[Tirmizi]

 

 

كُلُّ ذَنْبٍ عَسَى اللّهُ أنْ يَغْفِرَهُ إَّ مَنْ مَاتَ مُشْرِكاً، أوْ مُؤْمِنٌ قَتَلَ مُؤْمناً مُتَعَمِّداً  -42

“Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hariç, Allah bütün günahları  affedebilir.” [Ebu Dâvud, Fiten 6, (4270).]

 

التّاجِرُ امِينُ الصَّدُوقُ مَعَ النَّبِييِّنَ والصِّدِّقِينَ والشُّهَدَاءِ والصَّالِحِينَ-43

“Emin ve doğruluktan ayrılmayan ticaret ehli (ayette sırat-ı müstakim ashabı olarak zikredilen) peygamberler, sıddikler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir.”[Tirmizi]

 

إنَّ أحَبَّ البِدِ إلى اللّهِ تعالى المساجِدُ، وأبغضَ البدِ إلى اللّهِ تعالى ا‘سواقُ  -44

“Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en ziyade nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.”[Müslim]

 

الناجِشُ أكِلُ الرِّبَا خائنٌ، وهوَ خِدَاعٌ باطلٌ  يَحِلُّ  -45

“Müşteri kızıştıran, ribâ yemiş hâindir. Bu iş, bâtıl bir aldatmadır, helâl değildir.”[Buhari]

 

يَبِيعُ الرجلُ على بَيْعِ أخِيهِ حتَّى يَبْتَاعَ أوْ يَذَرَ  -46

“Kişi, kardeşi, satın alma işini kesinliğe kavuşturuncaya veya, tamamen vazgeçinceye kadar araya girip alışverişte bulunmasın.”[Nesei]

 

لَعَنَ رسُولُ اللّهِ # آكِلَ الرِّبَا وَمُوكِلهُ  -47

“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti.”[Müslim,Ebu Davud]]

 

لَيَأتِيَنَّ على الناسِ زَمانٌ  يَبْقَى أحَدٌ إَّ أكَلَ الرِّبَا، فَمَنْ لَمْ يَأكُلْهُ أصَابَهُ مِنْ بُخَارِهِ  -48

“İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak.”[Ebu Davud,Nesei]

 

المِِرَاءُ في الْقُرآنِ كُفرٌ  -49

“Kur’an hakkında münâkaşa küfürdür” [Ebu Davud, Sünnet 5, (4603).]

 

إنَّ أبْغَضَ الرِّجَالِ إلى اللّهِ تَعالى الدُّ الخَصِمُ  -50

“Allah’ın en ziyade buğzettiği erkek, şiddetli düşmanlık yapan hasımdır.” [Buharî,]

 

رِبَاطُ يَوْمٍ في سَبِيلِ اللّهِ خَيْرٌ مِنْ ألْفِ يَوْمٍ فيمَا سِوَاهُ مِنَ المَنَازِلِ  -51

“Allah yolunda bir günlük ribât, diğer menzillerde (Allah yolunda geçirilen) bin günden daha hayırlıdır.” [Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd 26;]

 

 

المُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ  -52

“Gerçek mücâhid,  nefsiyle cihad edendir.” [Tirmizi Fedâilu’l-Cihad 2, (1621).]

 

لَغَدْوَةٌ في سَبِيلِ اللّهِ أوْ رَوْحةٌ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا  -53

“Öğleden evvel veya öğleden sonra bir kerecik Allah yolunda yola çıkış, dünya  ve içindeki her şeyden  daha hayırlıdır.” [Buharî, Cihad]

 

سِيَاحَةُ أمَّتِى الْجِهَادُ في سَبِيلِ اللّهِ  -54

“Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır.” [Ebu Dâvud, Cihad 6, (2486).]

 

مَا يَجِدُ الشّهِيدُ مِنْ مَسِّ القَتْلِ إَّ كَمَا يَجِدُ أحَدُكُمْ مِنْ مَسِّ الْقَرْصَةِ  -55

“Şehidin ölüm (darbesinden) duyduğu ızdırab sizden birinin çimdikten duyduğu ızdırap kadardır.” [Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd 26, (1668).]

 

 

مََنْ سَألَ اللّهَ الشَّهَادَةَ بِصِدْقٍ بَلّغَهُ اللّه مَنَازِلَ للشُّهَدَاءِ، وَإنْ مَاتَ عَلى فِراشِهِ -56

“Kim  sıdk ile Allah’tan şehid olmayı taleb ederse, Allah onu şehidlerin derecesine ulaştırır, yatağında ölmüş bile olsa”  buyurdu.” [Müslim]

 

مَنْ مَاتَ وَلَمْ يَغْزُُ وَلَمْ يُحَدِّثْ نَفْسَهُ بِغَزْوٍ مَاتَ عَلى شُعْبَةٍ مِنَ النِّفَاقِ  -57

“Kim gazve yapmadan ve gaza yapmayı temenni etmeden ölürse nifaktan bir şube üzerine ölmüş olur.”[Müslim,Ebu Davud]

 

الْحَرْبُ خِدْعَةٌ  -58

“Harb bir hiledir”  [Ebu Dâvud, Cihad 101, (2637); Buharî, Cihad 157;]

 

بَشِّرُوا وََ لا تُنَفِّرُوا، وَيَسِّرُوا وََ تُعَسِّرُوا  -59

“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın.” [Müslim, Cihâd, (1732).]

 

إذَا قَاتَلَ أحدُكُمْ فَلْيَجْتَنِبِ الْوَجْهَ  -60

“Sizden iki kişi kavga edecek olursa, yüze vurmaktan kaçınsınlar”  buyurdu.” [Buharî, Itk 20; Müslim Birr 117, (2613).]

 

أعَفُّ النَّاسِ قِتْلَةً أهْلُ ايمَانِ  -61

“Öldürme hususunda insanların en iffetlisi iman ehlidir.”  [Ebu Dâvud, Cihâd 120, (2666).]

 

إنَّمَا امَام جَُنَّةٌ يُقَاتَلُ بِهِ  -62

:”İmam bir perdedir, onunla birlikte (düşmana karşı) savaş yapılır.” [Buhârî, Cihâd, 109]

 

إيَّاكُمْ والشُّحَّ فإنَّمَا هلكَ مَنْ كانَ قَبلَكُمْ بِالشُّحِّ، أمَرَهُمْ فَبَخِلُوا، وَأمرَهُمْ بِالْفُجُورِ فَفَجَرُوا  -63

“Sıkılık huyundan kaçının. Zira sizden önce gelip geçenler bu huy yüzünden helâk oldular. Şöyle ki: Bu huy onlara cimrilik emretti, onlar hemen cimrileşiverdiler, sıla-ı rahmi kesmelerini emretti, hemen sıla-ı rahmi kestiler, doğru yoldan çıkmayı (fücur) emretti, hemen doğru yoldan çıktılar[Ebu Davud]

 

خَصْلَتَانِ َ تَجْتَمِعاَنِ في مُؤْمِنٍ: الْبُخْلُ، وَسُوءُ الخُلْقِ  -64

“İki haslet vardır ki bir mü’minde asla bulunmazlar: Cimrilik ve kötü ahlâk.”[Tirmizi]

 

إنَّ لِكُلِّ أمَّةٍ فِتْنَةً، وَإنَّ فِتْنَةَ أمَّتِِى الْمَالُ  -65

“Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır.”[Tirmizi]

 

َتَتَّخِذُوا الضَّيْعَةَ فَتَرْغَبُوا في الدُّنْيَا  -66

“Çiftlik edinmeyin, dünyaya bağlanır kalırsınız.”[Tirmizi]

 

لُعِنَ عَبْدُ الدِّينَارِ، لُعِنَ عَبْدُ الدِّرْهَمِ  -67

“Altına tapanlar mel’undur, gümüşe tapanlar mel’undur.”[Tirmizi]

 

سَاعَتَانِ يُفْتَحُ لَهُمَا اَبْوَابُ السَّمَاءِ وَقَلَّ دَاعٍ تُرَدُّ عَلَيْهِ دَعْوَتُهُ، حَضْرَةُ النِّدَاءِ لِلصََّةِ وَالصَّفُّ في سَبِيلِ اللّهِ -68

“İki vakit vardır, onlarda sema kapıları açılır,dua edenlerden pek azının duası kabul edilmeyip geri çevrilir: Namaz için ezan okunma vakti, Allah yolunda (cihad için) saf tutma ânı.”[Tirmizi]

 

كُنْ في الدُّنْيَا كأنَّكَ غريبٌ أو عابرُ سبيلٍ  -69

“Sen dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol”[Buhari]

 

إذا ضُيِّعتِ امانةُ فانتظرِ السّاعةَ. قيل: وَكَيْفَ إضَاعَتُهَا؟ قال: إذا وُسِّدَ امرُ إلى غيرِ أهلهِ  -70

“Emanet kaybedilince kıyameti bekleyin.” “Emanet nasıl kaybolur?” diye sordular “İşler ehil olmayanlara teslim edilince” diye cevapladı.[Buhari]

المُؤمِنُ لِلمؤمنِ كَالبُنْيَانُ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضاً   -71

“Mü’min kişi, diğer mümine karşı duvar gibidir, birbirlerini takviye ederler.[Nesei]

 

إنَّ منْ أعظمِ الْجهَادِ كلمةَ عدلٍ عندَ سُلطانٍ جائرٍ -72

“Zâlim sultanın yanında gerçeği söylemek en büyük cihaddandır.”[Ebu Davud,Tirmizi]

 

إذَا كَانَ يَوْمُ الْقِيَامَةِ كُنْتُ أنَا إمَامَ النَّبِيِّينَ وَخَطِيبَهُمْ، وَصَاحِبَ شَفَاعَتِهِمْ غَيْرَ فَخْرٍ   -73

“Kıyamet günü geldi mi, ben peygamberlerin imamı, hatibi ve (onlar arasında) şefaat (etmeye yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme yok.”  [Tirmizî,]

 

َ تَمَسُّ النَّارُ مُسْلِماً رَأنِى أوْ رَأى مَنْ رَآنِي  -74

“Beni gören veya beni göreni gören bir müslümana ateş değmeyecektir.” [Tirmizî, Menâkıb, (3857).]

 

مَا مِنْ أحَدٍ يَمُوتُ مِنْ أصْحَابِى بِأرْضٍ إَّ بُعِثَ لَهُمْ نُوراً وَقَائِداً يَوْمَ الْقِيَامَةِ   -75

“Bir yerde ölen Ashabımdan hiçbirisi yoktur ki, kıyamet günü oranın ahalisine bir nur ve onlara (cennete sevkte) bir rehber olmasın.” [Tirmizî,]

 

اِقْتَدُوا بِالَّذَيْنِ مِنْ بَعْدِي: أبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما   -76

“Benden sonra şu ikiye iktida edin: Ebu Bekr ve Ömer (radıyallahu anhümâ).” [Tirmizî, Menâkıb, (3663, 3664).]

 

الْعِبَادَةُ في الْهَرْجِ كَهَجْرَةِ اليَّ   -77

“Herc (fitne)  zamanında ibadet, tıpkı bana hicret gibidir.” [Müslim, Fiten 130, (2948); Tirmizî, Fiten 31, (2202).]

 

مَنْ سَلَّ عَلَيْنَا السَّيْفَ فَلَيْسَ مِنَّا   -78

“Kim bize kılıç kaldırırsa bizden değildir.” [Müslim, İman 162, (99).]

 

سِبَابُ الْمُسْلِمِ فسُوقٌ، وَقِتَالُهُ كُفْرٌ  -79

“Müslümana sövmek fısktır, onunla çarpışmak da küfürdür.” [Buharî, Fiten 8]

 

جِهَادُ الصَّغِيرِ وَالْكَبِيرِ وَالضَّعِيفِ وَالْمَرْأةِ: الحَجُّ وَالْعُمْرَةُ -80

“Küçüğün, büyüğün, zayıfın, kadının cihadı hacc ve umredir.” [Nesâî,]

 

إيَّاكُمْ وَالحَسَدَ، فإنَّهُ يَأْكُلُ الحَسَنَاتِ كَمَا تَأكُلُ النَّارُ الحَطَبَ،   -81

“Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir.” [Ebu Dâvud, Edeb 52, (4903).]

 

الّذِي يَرْجِعُ في عَطِيَّتِهِ أوْ هِبَتِهِ كَالْكَلْبِ يَعُودُ فِي قَيْئِهِ  -82

Atiyye veya hibesinden dönen, kusmuğuna dönen köpek, gibidir”. [Ebu Davud],

 

لَنْ تَنْقَطِعَ الْهِجْرَةُ مَا قُوتِلَ الْكُفَّارُ  -83

“Küffarla kıtal edildiği müddetçe, hicret sona ermeyecektir!” buyurdu.” [Nesâî, Bey’at 15, (7, 146).]

 

النَّاسُ تَبَعٌ لِقُرَيْشٍ في الخَيْرِ والشَّرِّ-84

“İnsanlar hayırda da şerde de Kureyş’e tâbidir.” [Müslim, İmâret 3, (1819).]

 

َ يَزَالُ هَذَا ا‘مْرُ في قُرَيْشٍ مَا بَقَى مِنْهُمُ اثْنَانِ-85

“Bu iş (emîrlik) insanlardan iki kişi bâki kaldıkça Kureyş’te olmaya devam edecektir.” [Buhârî,]

 

مَنْ أهَانَ سُلْطَانَ اللّهِ في ارْضِ أهَانَهُ اللّهُ تَعالى  -86

“Kim Allah’ın yeryüzündeki sultanını alçaltırsa, Allah da onu alçaltır.” [Tirmizî, Fiten 47, (2225).]

 

يَهْرَمُ ابْنُ آدَمَ وَيَشِبُّ فِيهِ اثْنَتَانِ: الحِرْصُ عَلى المَالِ، وَالْحِرْصُ عَلى العُمُرِ  -87

“Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs”. [Buharî, Rikâk 5; Müslim, Zekât]

 

مَنْ بَدَّلَ دِينَهُ فَاقْتُلُوهُ     -88

“Kim dinini değiştirirse öldürün”[Nesei,Ebu Davud]

 

أكْمَلُ المُؤمِنِينَ إيمَاناً أحْسَنُهُمْ خُلُقاً، وَخِيَارُكُمْ خِيَارُكُمْ ‘هْلِهِ  -89

“Mü’minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır.” [Tirmizî,]

 

الْحَسَنُ وَالْحُسَيْنُ سَيِّدَا شَبَابِ أهْلِ الْجَنَّةِ. وَأبُوهُمَا خَيْرٌ مِنْهُمَا  -90

“Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin efendileridir. Babaları onlardan daha  hayırlıdırlar.”[Tirmizi,Nesei]

 

مَنْ أحَبَّ الْحَسَنَ وَالْحُسَيْنَ فَقَدْ أحَبَّنِي، وَمَنْ أبْغَضَهُمَا فَقَدْ أبْغَضَنِي  -91

“Hasan ve Hüseyin’i kim severse mutlaka beni de sevmiştir. Kim de onlara  buğzetmişse mutlaka bana da buğzetmiştir.”[Zevaid]

 

خِيَارُكُمْ مَنْ تَعَلَّمَ الْقُرآنَ وَعَلَّمَهُ  -92

“En hayırlılarınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerdir.”[Zevaid]

 

مَنْ يُرِدِ اللّهُ بِهِ خَيْراً يُفَقِّهْهُ فِي الدِّينِ  -93

“Allah kimin hakkında hayır murad ederse, onu dinde alim  kılar.[Tirmizi]

 

مَنْ تَعَلَّمَ الْعِلْمَ لِيُبَاهِيَ بِهِ الْعُلَمَاءَ، وَيَجَارِيَ بِهِ الْسُّفَهَاءَ، وَيَصْرِفَ بِهِ وُجُوهَ النَّاسِ إلَيْهِ؛ أدْخَلَهُ اللّهُ جَهَنَّمَ  -94

“Kim alimlere karşı böbürlenmek, cahillerle münakaşa etmek ve halkın dikkatini üzerine çekmek maksadıyla ilim öğrenirse Allah onu cehenneme sokar.”[Zevaid]

 

مَنْ كَتَمَ عِلْماً مِمَّا يَنْفَعُ اللّهُ بِهِ فِي أمْرِ النّاسِ، أمْرِ الدِّينِ؛ ألْجَمَهُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِلِجَامٍ مِنَ النَّارِ  -95

“Kim insanların dinî işlerinde Allah’ın faydalı kıldığı bir ilmi gizlerse, Allah, kıyamet günü onu ateşten bir gem ile gemler.”[İbni Mace]

 

أكْثَرُ عَذَابِ الْقَبْرِ مِنَ الْبَوْلِ  -96

“Kabir azabının çoğu sidik sebebiyledir.[İbni Mace]

 

وُضُوءَ لِمَنْ لَمْ يَذْكُرِ اسْمَ اللّهِ عَلَيْهِ  -97

“Üzerine besmele çekmeyenin abdesti yoktur.”[İbni Mace]

 

مَنْ أدْرَكَهُ اذَانُ فِى الْمَسْجِدِ، ثُمَّ خَرَجَ، لَمْ يَخْرُجْ لِحَاجَةٍ، وَهُوَ َ يُرِيدُ الرَّجْعَةَ، فَهُوَ مُنَافِقٌ  -98

“Kim mescidde iken  ezan okunmaya başladığı halde, bir ihtiyaç olmadan ve tekrar mescide dönme gayesinde bulunmadan mescidi terkederse o kimse münafıktır.”[İbni Mace]

 

مَا سَاءَ عَمَلُ قَوْمٍ قَطُّ إَّ زَخْرَفوا مَسَاجِدَهُمْ  -99

“Ameli bozulan her kavim mescidlerini  süslemeye yönelmiştir.”[İbni Mace]

 

بَشِّرِ الْمَشَّائِينَ فِي الظُّلَمِ إلى الْمَسَاجِدِ بِالنُّورِ التَّامِّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ  -100

Karanlık gecelerde mescidlere müdavim olanların, kıyamette tam bir nura kavuşacaklarını müjdele!”[İbni Mace]

 

Hadisler Güncellenecektir inşaâllah…

 

.

.

 

 

 

 

 

 

CANLILARIN (İNSAN VE HAYVAN) SURETİNİ YAPMANIN VE ÜZERİNDE CANLI SURETİ BULUNAN ŞEYLERİ İTTİHAZ ETMENİN HARAM OLDUĞUNA DAİRDİR.

04 Mart 2011 2 yorum

تصويرصورت الحيوان حرام شديد التحريم

قال النبى (صلع):لاتدخل الملائكة بيتا فيه كلب ولا صورة. وقال فى حديث اخر:اشدالناس  عذابا يوم القيامة المصورون(2) (رواهما مسلم)

حاشية: قال أصحابنا وغيرهم من العلماء  تصوير  صورة الحيوان  حرام شديد التحريم وهو من الكبائر لأنه متوعد عليه بهذا الوعيد الشديد المذكور فى الأحاديث وسواء صنعه بما يمتهن أو بغيره فصنعته حرام بكل حال لأن فيه مضاهاة لخلق الله تعالى وسواء ما كان فى ثوب أو بساط أودرهم أو دينار أو فلس أو اناء أو غيرها وأما تصوير صورة الشجر ورحال الابل وغير ذلك مما ليس فيه صورة حيوان فليس بحرام هذا حكم نفس التصوير وأما اتخاذ المصور فيه صورة حيوان فان كان معلقا أو ثوبا ملبوسا أو عمامة ونحوذلك مما لايعد ممتهنا فهو حرام وان كان فى بساط يداس ومخدة ووسادة ونحوها مما يمتهن فليس بحرام ولكن هل يمنع دخول ملائكة الرحمة ذلك البيت فيه كلام نذكره قريبا إن شاء الله ولافرق فى هذا كله بين ماله ظل ومالاظل له هذا تلخيص مذهبنا فى المسئلة وبمعناه قال جماهير العلماء من الصحابة والتابعين ومن بعدهم وهو مذهب الثورى ومالك وأبى حنيفة وغيرهم وقال بعض السلف انما ينهى عما كان له ظل ولابأس بالصور التى ليس لها ظل وهذا مذهب باطل فان الستر الذى أنكر النبى صلى الله عليه وسلم         الصورة فيه لايشك أحد أنه مذموم وليس لصورته ظل مع باقى الأحاديث المطلقة فى كل صورة.

         (شرح النووي على صحيح مسلم –ج:14)

يحرم تصوير ذوات الأرواح مطلقا، أي سواء أكان للصورة ظل أو لم يكن. وهو مذهب الحنفية والشافعية والحنابلة. (الموسعت الفقهية، ج:12)(1)

(1)(الطحطاوي على الدرالمختار 273/1، والأم للشافعي، (القاهرة،مكتبة الكليات الأزهرية، 1381 ه)) 6/182، والزواجر عن اقتراف الكبائر لابن حجر الهيتمي الشاففعي 2/282،

والانصاف في معرفةالراجح من الخلاف للمرداوي، الحنبلي، (القاهرة، مطبعة أنصار السنة) 1/474)

(2)(كشاف القناع للبهوتي شرح الاقناع للخحاوي الحنبلي، (الرياض، مكيبة النصر الحديثة)1/279، 280، والآداب الشرعية لابن مفلح 3/513، وقد تقدم تخريج الحديث ف/21  

Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyurmuştur: “İçinde canlı resmi ve köpek bulunan eve melekler (rehmet melekleri) girmez.” Başka bir hadiste ise şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde insanların en şiddetli azaba düçar olanları, canlı resmi yapanlardır.”

            İmam Nevevi (R.A.) bu mevzuyu şöyle izah etmektedir:

            “Bizim Şafii uleması ve Şafii ulemasından başka diğer ulemalar demişler ki: Canlı bir şeyin resmini yapmak, eşedd-i tahrimle haramdır, kebairdendir. Çünkü mezkur ehadis gibi muhtelif Ehadis-i Nebeviye (SAV) ile tehdidkarane vaidlerle canlının tasviri nehyedilmiştir. O sureti ister hakir görülen bir şeyle yapsın, isterse başka şekilde yapsın fark etmez. Her halükarda canlı sureti yapmak haramdır. Çünkü canlı resmi yapmakta Allah’ın yarattıklarına benzetme yapılmış olur. Hem elbisede, yere serilen döşek gibi şeyler üzerinde, dirhemde, dinar ve para üzerinde, duvar üzerinde olması müsavidir. Hepsi de haramdır. Amma ağaç resmi manzara resmi gibi içinde canlı sureti olmayan şeylerin resmini yapmak, fotoğrafını çekmek haram değildir, helaldir.

Canlı sureti yapmanın, fotoğraf çekmenin hükmü budur.

            Amma üzerinde canlı resmi bulunan bir şeyi ittihaz (almak, kullanmak) etmek ise, bakılır; şayet duvara asılı bir şey üzerinde ise ve giyilen elbise ve sarık gibi hakir görülmeyen şeyler üzerinde ise böyle bir şeyi almak, asmak haramdır. Fakat yere serilen döşek üzerinde ise veya yastık ve kendisine dayanılan, yaslanılan şeyler gibi, ihtimam olunmayan (ehemmiyet verilmeyen) şeyler üzerinde olması helaldir. Böyle bir şeyi bulundurmakta beis yoktur. Fakat “böyle bir yere melekler girer mi girmez mi?” meselesi  ihtilaflıdır.

            Suretlerin gölgeli ve gölgesizi müsavidir. Yani gölgeli ve gölgesiz bütün suretler haramdır. Mezhebimizin (Şafii Mezhebi) bu meselede hülasası budur.

            Aynen bunu gibi, bütün Sahabe ve Tabiin uleması ve onlardan sonra gelen İmam-ı Sevri, İmam-ı Malik, İmam-ı Ebu Hanife ve bunlardan başka diğer ulemalar da böyle söylemişler. Bazı Selef ulemasının sadece gölgeli olanı haramdır demelerine  itibar olunmaz. Bu batıl bir mezheptir. Peygamber Efendimiz (SAV)’in nehyedip, kaldırdığı örtü üzerinde bulunan suretin gölgesi yoktu. Halbuki yine yasaklamış, kaldırmıştır.

            Demek ki gölgeli ve gölgesiz canlı resmi yapmak ve ittihaz etmek haramdır. Ehl-i Sünnetin itikadı budur.

(Müslim Şerhi, C.13-14, S. 81)

            “Bütün canlıların (insan ve hayvan), gölgeli gölgesiz tam boy resimlerini yapmak, fotoğraflarını çekmek, heykellerini yapmak haramdır(Kebair günahtır). Şafii, Hanefi, Hanbeli, Maliki mezheblerinin cumhur-u ulemasına göre hüküm böyledir.”

(1)(Mevsuat-ı Fıkhıyye, Cilt: 12/102; Ettahtavi ala Dürrül Muhtar c:1/273, El-Ümm lişŞafii c:2/182, El-İnsaf –El Hanbeli c:1/474 )

(2)(Keşşaf-ül Kenna’ lil Behveti c:1/279, 280 , Adab-üş Şeriat- İbn-i Müflah c:3/513)…

“Dördüncü esas: Sanemperestliği şiddetle Kur’ân men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehâsininden sayıp Kur’ân’a muâraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.”

(Sözler, 25.Söz)

Kategoriler:Genel

Abdest Duâları

28 Şubat 2011 Yorum bırakın

Abdest Duâları

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ

Abdeste başlarken önce niyet edilir, sonra eûzü-besmele çekilir.  Sonra da her bir âzayı yıkarken şu duâlar okunur:

اَلْحَمْدُ لِلّهِ الَّذى جَعَلَ الْمَاءَ طَهُورًا وَاْلاِسْلامَ نُورًا

Elhamdü lillâhi’llezî ce’ale’l-mâe tahûran ve’l-İslâme nûran.

(Suyu temizleyici, İslâmı da nûr kılan Allah’a hamdolsun. ) 

Ağza su verirken:  اَللّهُمَّ اَعِنّى عَلىوَذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

           Allahümme einnî alâ tilâveti’l-Kur’ân ve zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik.

(Ey Allahım, Kur’an okumak, seni zikir ve sana şükür etmek, sana olan ibâdeti güzelleştirmek

hususlarında bana yardım et!.. )

Burna su verirken:                                 اَللّهُمَّ اَرِحْنى رَائِحَةَ الْجَنَّةِ وَلاَتُرِحْنى رَائِحَةَ النَّارِ

Allahümme erihnî râihate’l-Cenneti ve lâ türihnî râihate’n-nâr.

(Allahım, bana Cennet kokusunu duyur, Cehennem kokusunu hissettirme! )

Yüzü yıkarken:                                 اَللّهُمَّ بَيِّضْ وَجْهى يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ

Allahümme beyyid vechî yevme tebyaddu vücûhün ve tesveddü vücûh.

(Allahım, yüzlerin kiminin ak, kiminin kara olduğu o günde, benim yüzümü kara değil, ak çıkar! )

Sağ kolu yıkarken:                              اَللّهُمَّ اَعْطِنى كِتَابى بِيَمِينى وَحَاسِبْنى حِسَابًا يَسيرًا

Allahümme a’tinî kitâbî biyemînî ve hâsibnî hisâben yesîrâ.

(Allahım, kitâbımı sağımdan ver, hesabımı da kolay eyle! )

Sol kolunu yıkarken:

اَللّهُمَّ لاَ تُعْطِنى كِتَابى بِيَسَارى وَلاَ مِنْ وَرَاءِ ظَهْرِى وَلاَ تُحَاسِبْنىِ حِسَابًا شَديِدًا

Allahümme lâ tu’tinî kitâbî biyesarî ve lâ min verâi zahrî.

(Allahım, kitâbımı solumdan ve arkamdan verme. )

Başı meshederken:          اَللّهُمَّ اَظِلَّنى تَحْتَ ظِلِّ عَرْشِكَ يَوْمَ لاَ ظِلِّ اِلاَّ ظِلُّ عَرْشِكَ  

Allahümme ezillenî tahte zilli arşike yevme lâ zille illâ zillü arşik.

(Allahım, Arşının gölgesinden başka gölge olmadığı günde, beni Arşının gölgesinde gölgelendir. )

Kulaklara meshederken:       اَللّهُمَّ اجْعَلْنى مِنَ الَّذينَ يَسْتمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ

Allahüme’c’alnî mine’llezîne yestemiûne’l-kavle feyettebiûne ahseneh.

(Allahım, beni sözü dinleyip de en güzeline uyanlardan eyle. )

Boynu meshederken:                                                                       اَللّهُمَّ اَعْتِقْ رَقَبَتى مِنَ النَّارِ

Allahümme a’tik rekabetî mine’n-nâr.

(Allahım, boynumu Cehennem ateşinden âzâd eyle! )

Ayakları yıkarken:                           اَللّهُمَّ ثَبِّتْ قَدَمىَّ عَلَى الصِّرَاطِ يَوْمَ تَزِلُّ فيهِ اْلاَقْدَامُ

Allahümme sebbit kademeyye ale’s-sırâti yevme tezillü fîhi’l-akdâm.

(Allahım, ayakların Sırat üstünde kaydığı günde, ayaklarımı sırat üstünde sâbit eyle, kaydırma!.. )

Kategoriler:Genel

ASHAB-I SUFFE

28 Şubat 2011 Yorum bırakın

Rasûlü Kibraya (sav)’nın gölgesinde, güzel ahlakın tamamlayıcısının terbiyesinde, herkesten daha çok ilimle meşgul olup herkesten daha çok aç yatan, Allah (cc)’ın sevgilisinden başka velileri olmayan, yegâne gayeleri O (sav)’nun sonsuz ilminden bir nasip sahibi olabilmek olan kısaca ömürlerini Allah(cc) yolunda harcamakla huzura kavuşan bir gurup sahâbî…

 İşte Ashab-ı Suffe!

İslâm tarihinde “suffe” denilince, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Medine’de mescidinin bitişiğindeki bu isimle anılan yer anlaşılır. Mescidin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sundurma yapıldı. Buna Suffa denilirdi. Burada yaşayan sahabîlere de “ashab-ı suffe” veya “ehl-i suffe” denir.

Mescid-i Nebevî’nin Suffasında kalan bu sahabîlerin, Medine’de, ne meskenleri ve ne de akrabaları, hiç bir şeyleri yoktu. Âileden uzak, dünya meşgalesine tenezzül etmeksizin mütevazi bir hayata sahib idiler. Kur’an ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem (sav) Efendimizin va’z ve derslerini dinleyerek istifâde ederlerdi. Genellikle, oruçlu bulunurlardı. Vakitlerini Resûlüllah (sav)’ın huzurunda geçiren bu mübârek zümre, Efendimiz (sav)’den hep feyz alırdı. Resûl-i Ekrem (sav)’in medresesine Allah için nefsini feda etmiş, ilim dertlisi birer talebeydiler. Peygamber Efendimiz (sav) tarafından tespit edilen muâllimler, kendilerine Kur’an öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur’an öğretmek ve Sünnet-i Resûlullahı beyân etmek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de kendilerine “kurra” denilirdi. Suffa ise bu itibarla “Dârü’l-Kurra” diye anılmıştır.

Sayıları 400-500’e kadar ulaşan mütevazi fakat feyizli bir hayata sahib bulunan bu güzide Sahabîler, bir irfan ordusu idiler. Bütün mesâilerini Kur’an ve Sünnet-i Resûlullahı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde gâzâlara da katılırlardı.İçlerinden evlenenler, Suffe’den ayrılırlardı;fakat, yerlerine başkaları alınırdı.

Bu güzîde sahabîler ne ticâretle, ne bir sanatla meşgul olmazlardı. İhtiyaçları Resûlüllah Efendimiz (sav) ve Sahabîlerin zenginleri tarafından temin edilirdi. Bu hususu, Suffa’nın baş talebelerinden biri olan Ebû Hureyre Hazretleri, kendisinin çok hadis rivâyet etmesini garipseyenlere karşı verdiği cevapla ne güzel ifâde etmiştir;

“Benim, fazla hadîs rivâyet edişim garipsenmesin! Çünkü; Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticâretleriyle, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatlarıyla meşgul bulundukları sırada Ebû Hûreyre, Peygamberin (sav) mübârek nasihatlarını hıfzediyordu.”

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashab-ı Suffa’nın hem tâlim ve terbiyesi, hem de mâişeti ile çok yakından ilgilenirdi. Onlarla daima oturur, sohbet eder, alakadar olurdu. Zaman zaman da onlara, “Eğer, sizin için Allah katında, neyin hazırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da ziyâdeleşmesini isterdiniz” diyerek, bu meşguliyetlerinin son derece mühim ve mübârek olduğunu ifâde buyururlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), evvelâ bu mübârek cemaatın ihtiyacını gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saâdetlerinin ihtiyaçlarıyla ikinci derecede meşgul olurdu. Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeni ile un öğütmekten yorulduğundan şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde Efendimiz ciğerpâresini reddetmiş ve şöyle buyurmuştu;

“Kızım! Sen ne söylüyorsun? Ben henüz Ehl-i Suffa’nın mâişetini yoluna koyamadım.”

Bir gün, Ashab-ı Suffanın başlarına durmuş, hallerini tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş, şöyle buyurarak onların kalplerini hoş etmişti;

“Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hal ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir.”

Resûlüllah Efendimize (sav) herhangi bir şey getirilince, “Sadaka mı, yoksa hediye mi” diye sorardı.Getirenler, “Sadakadır” cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashab-ı Suffaya ulaştırırdı. “Hediyedir” cevabını verirlerse onu kabul eder ve Ashab-ı Suffa’ya da ondan hisse ayırırdı. Çünkü; Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz (sav) sadaka kabul etmez, sadece hediye kabul ederdi. Bir gün adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama, “Sadaka mıdır? Hediye midir?” diye sordu. Adam, “Sadakadır” cevabını verince, Peygamber Efendimiz onu doğruca Suffa Ehline gönderdi. O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin önünde bulunuyordu. Tabaktan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (sav) derhal müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı. Sonra da, “Biz Muhammed ve ev halkı (Ehl-i Beyti) sadaka yemeyiz, bize sadaka helâl değildir!” buyurdu.

Tam mânasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide Sahabîler, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiç bir nasihatını, hiç bir hitabesini kaçırmazlardı. Dâima orada hazır bulunur, irad edilen hitabeleri ve öğütleri hıfzedip diğer Sahabîlere de naklederlerdi. Bu bakımdan İslâmî hükümlerin muhafaza ve naklinde Ehl-i Suffa’nın pek müstesna hizmet ve gayretleri vardır. Kur’an nûrunun kısa zamanda âlemin her tarafına sürâtle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu bakımdan İslâm tarihinde Ehl-i Suffâ müstesnâ bir yer işgal eder.

Tam belirli bir sayısı olmayan Ashab-ı Suffe’ye mensub başlıca sahabiler arasında Ebû Zerr el-Gıfârî, Huzeyfe, Ammar, Habbâb, Ebû Hüreyre, Selmân-ı Fârisî, Suheybi’r-Rûmî, Ukbe b. Âmir, Ükkâşe, Abdullah b. Mesud, Berâ b. Mâlik gibi önemli sahabileri sayabiliriz.

Hem konum,hem de mevki itibarıyla dereceleri,sonrakilere nisbetle kıyas kabul etmeyen bu eşsiz ve nadide şahsiyetler,yaşadıkları zaman diliminde, tüm insanlığa, islamın gerçek yüzünü ve gayesini eşsiz bir şekilde yansıtmışlardı. Kainatın Efendisinin dizi dibinde,ondan aldıkları ufuk ve fehimle beraber islamı tam manasıyla yaşamış ve aktarmış olan bu güzide grup,aslında bize, hiçbir müverrisin bırakamayacağı,hiç bir nakilin naklademeyeceği bir hazine bıraktı; o da İslam.

Hiç şüphesiz ki Peygamber (s.a.s)vasıtasıyla, insanlığın yegane ve tek kurtarıcısı olarak addedilen bu din,onu idrak ve etme ve sonrasında hiçbir ekleme ve karıştırma yapmadan aktarabilme gücü ve yeteneğine sahip insanların eliyle muhafaza edilmesi ve tüm dünyaya yayılması tabîdir.  Dünyevi yoksulluğun zirvesinde olmakla beraber, bu manevi mirasın aktarıcıları olmak, ulaşılması çok güç olan bir makam olsa gerek.

Ashab-ı Suffe hakkında adı geçen Sahabe-i Kiram ve zikredilen malumattan sonra bu isimle müsemma olmaya ne kadar uzak olduğumuzun idrâki ziyade açıktır. Onların makamına ulaşma gibi bir hedef ve gayemizin olmadığı da (olmaması gerektiği de) ortadadır. Çünkü mesele sadece çalışmak değildir. Sadece kendi çalışmasıyla değil de mahza Allah (c.c) tarafından seçilmiş insan olduğu için, büyük muvaffakiyet ve makamlara nail olan insanların da varlığını kabul etmemiz gerektiğini tarih, bize söyler. Hal böyleyken geriye bize sadece bir şey düşer; Tabi’ olmak.

İslam Ağacındaki meyveler timsali Ashabı Suffe’nin, İslamın yücelmesinde ve yayılmasında ne kadar büyük fedakarlıklar göstediklerini tesbit etmek mümkün değildir ki; onlardan sonra gelen insanların da onlar gibi yaşayıp onlar gibi ölmeleri mümkün olsun. Ama tamamına ulaşılamayanın tamamı terk edilmez düsturu ile bizler, maksadımız (haşa) onların makamına ulaşmak olmadığı halde sadece ve sadece gerçek islamın muhafaza edilmesi ve aktarılması görevini üstlenen bu gruba, islamı bütün yönleriyle tağyir ve tebdile maruz bırakmak için harıl harıl çalışan insanların türediği ve günbegün de çoğaldığı bir dünyada, takat ve imkan nispetinde, peygamber ve ashabının yolu olan ehli sünnet çizgisini muhafaza ve müdafaa ederek benzeyebilmektir. Böyle bir misyonu yüklenmek,elbette ki büyük ve ciddi sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. 

Bir yandan bu sorumlulukları yerine getirmek, diğer taraftan da sahip olduğumuz bu dini, tahrife uğratanlara fırsat vermemek için en başta Allah (cc)’ın yardımına ve sonra da sizlerin duasına müracaat etmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Çalışmadan,yorulmadan ilâhi yardımı beklemenin, boş bir beklenti olacağının da idrakindeyiz. Yeter ki kendimize düşen vezâifi yerine getirelim ve hiçbir zaman ümitsizlik içinde olmayalım. Unutmayalım ki gayret bizden tevfik Allah’tan.

Kategoriler:Genel